1 Şubat 2025 Cumartesi

Stalingrad Muharebesi – Nazi Almanya'sı için Bir Kırılma Noktası

 


GİRİŞ

   II. Dünya Savaşı’nın en kanlı ve kritik savaşlarından biri olan Stalingrad Muharebesi, yalnızca bir şehir savaşı olmanın ötesinde, Nazi Almanya'sının Doğu Cephesi’ndeki yenilmezlik algısını yıkan bir dönüm noktasıydı. Hitler’in Sovyetler Birliği’ni işgal etmek için başlattığı Barbarossa Harekâtı, 1942 yılına gelindiğinde büyük kayıplara rağmen Sovyet topraklarında ilerlemeye devam ediyordu. Ancak, bu ilerleyişin en zorlu engellerinden biri, Volga Nehri kıyısında bulunan ve adını Sovyet lideri Josef Stalin’den alan Stalingrad kenti oldu.

   Şehir, hem sanayi kapasitesi hem de stratejik konumu nedeniyle Nazi ordusunun gözünde önemli bir hedefti. Hitler için bu kentin ele geçirilmesi, Doğu Cephesi’nde kesin bir zafer kazanmanın anahtarıydı. Ancak Sovyetler için Stalingrad, yalnızca askeri bir nokta değil, aynı zamanda ideolojik ve psikolojik olarak savunulması gereken bir kale konumundaydı. Bu yüzden Sovyet liderliği, kentin savunulmasını bir ölüm kalım meselesi olarak gördü. Ağustos 1942’de başlayan Alman hava saldırıları ve ardından gelen sokak çatışmaları, savaşın en kanlı ve yıpratıcı anlarını başlattı.

 Stalingrad'ın Stratejik ve Sembolik Önemi

  Stalingrad, Hazar denizine ve petrol rezervlerinin bulunduğu bölgelere yakınlığıyla, savaşın stratejik unsurlarından birini oluşturuyordu. Almanlar, Sovyetler Birliği’nin kalbine doğru ilerlerken, bu şehrin ele geçirilmesinin rakip güçlerin ikmal hatlarını kesip, ekonomik ve askeri kaynaklara erişimi kısıtlayacağını düşünmüştü. Ancak, Sovyetler Stalingrad’ı koruyarak Alman ilerleyişini yavaşlattı ve düşmanın lojistik sistemlerine ağır darbe indirdi.

    Stalingrad, sadece coğrafi bir nokta değildi; aynı zamanda sembolik bir öneme de sahipti. Şehrin ismi, Sovyet lideri Stalin ile özdeşleştirilmişti ve düşmanın bu sembolik merkezi ele geçirmesi, moral üzerinde yıkıcı etkiler yaratabilirdi. Ancak, Sovyetlerin burada gösterdiği direniş hem kendi halklarının hem de müttefiklerinin moralini yükseltti. Alman ordusu için ise, bu zorlu ve uzun süren muharebe, ilerlemenin durduğunu ve savaşın kaderinin değişmeye başladığını simgeledi.

   Stalingrad Muharebesi, savaşın ilk yıllarında Almanların üstün görünen ilerleyişinin sonunu işaret etti. Şehrin kuşatılması ve sonrasında yaşanan şiddetli çatışmalar, Alman ordusunun stratejik hatalarına ve yetersizliklerine dikkat çekti. Bu muharebe, Sovyetler Birliği'nin sadece direniş gücünü değil, aynı zamanda büyük fedakarlık ve yeniden yapılanma kapasitesini de ortaya koydu. Böylece, Stalingrad, Doğu Cephesi’nde inatçı bir savunma hattı oluşturarak, savaşın seyrini Sovyet lehine çevirmeye yardımcı oldu.

   Hem Alman hem de Sovyet tarafında milyonlarca asker, siviller ve askeri teçhizat bu muharebede hayatını kaybetti veya ağır hasar gördü. Bu devasa kayıplar, savaşın ne denli acımasız ve yıkıcı olabileceğinin bir simgesi haline geldi. Stalingrad, savaşın sadece askeri bir mücadele değil, aynı zamanda insani bir trajedi olduğunu tüm dünyaya gözler önüne serdi.

   Stalingrad'da alınan dersler, modern askeri stratejilerde ve uluslararası ilişkilerde hala önemli bir referans noktasıdır. Bu savaş, yalnızca üstün teknolojik ya da sayısal gücün değil, stratejik düşüncenin, doğru zamanlama ve planlamanın, moralin ve direnişin önemini vurgulamıştır. Hem liderler hem de askeri tarihçiler, Stalingrad'ı incelerken, zaferin ve yenilginin arkasındaki karmaşık dinamikleri anlamaya çalışır.



     İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce Almanya, hava kuvvetlerini yeniden inşa etmek gibi zorlu bir görevle karşı karşıyaydı. Versay Antlaşması’nın getirdiği kısıtlamalar nedeniyle Alman hava gücü yok denecek kadar zayıftı. I. Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan bu antlaşma, Almanya’nın ordusunun ve donanmasının büyüklüğünü sınırlandırmış, aktif bir hava kuvveti bulundurmasını tamamen yasaklamıştı. Bu zor duruma rağmen, General Hans von Seeckt, Almanya’nın bağımsız bir hava gücüne sahip olması gerektiğini savunarak 1.700 uçak ve 10.000 kişilik bir hava kuvveti talep etti. Ancak bu talebi kabul edilmedi. Yine de, onun ileri görüşlülüğü ve kararlılığı, Almanya’nın hava savaşında tecrübeli bir kadroyu elinde tutmasını sağladı. Bu subaylar, ordu ve donanma bünyesinde gizlice görev yaparak güçlü bir hava kuvveti fikrini savaşlar arası dönemde canlı tutmayı başardılar. Adolf Hitler’in en güvendiği isimlerden biri olan Reichsmarschall Hermann Göring’in yönetimi altında, Almanya Luftwaffe’yi kurarak Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’da güçlü bir hava hakimiyeti kurmaya başladı. 1940 yılına gelindiğinde, Luftwaffe dünyadaki en büyük hava kuvveti haline gelmişti. Hitler ve Nazi rejiminin iktidara gelmesiyle birlikte Almanya, seferberlik ve silahlanmaya odaklandı. Bu çabaların büyük bir kısmı, askeri hava gücünün inşasına yönlendirildi. Almanya’nın sivil havacılıkta sağladığı ilerlemeler, askeri havacılığa geçişini kolaylaştırdı. İngilizler gibi, Almanlar da askeri hava gücünün geleceğinin bağımsız bir bombardıman filosunun geliştirilmesine bağlı olduğunu düşündüler. Ancak, teknolojik sınırlamalar, Luftwaffe’nin genelkurmayındaki doktrinsel anlaşmazlıklar ve ordunun havadan destek talepleri, bu stratejik bombardıman planlarının hayata geçirilmesini engelledi. Tarihçi Richard Muller, Alman hava gücü doktrininin çeşitli unsurlar içerdiğini ve tek bir kalıba sığdırılamayacağını belirtir. Luftwaffe, 1930’larda büyüyüp gelişirken uzun menzilli bombardıman uçaklarına odaklanmıştı. Ancak uçak motor teknolojisindeki tasarım sorunları ve ordunun ihtiyaçları nedeniyle bu stratejiden sapıldı. O dönemin Alman hava gücü kuramcıları, 20. yüzyıl sanayi toplumlarının hava saldırılarına karşı son derece savunmasız olduğunu fark etmişlerdi. Bu yüzden, savaşlar arası dönemde hava gücünün bağımsız mı yoksa stratejik bir destek unsuru olarak mı kullanılması gerektiği konusunda yoğun tartışmalar yaşandı. Alman hava subayları, Amerikalı ve Avrupalı meslektaşları gibi, bağımsız bir bombardıman filosunun önemine inanıyordu. Ancak, Almanya’da ortaya çıkan hava gücü doktrini, çeşitli unsurlardan oluşan bir karma sistem haline geldi. Buna göre, hava gücü hem kara ve deniz kuvvetlerini desteklemek hem de düşman ekonomisini ve stratejik hedeflerini yok etmek için bağımsız operasyonlar düzenlemek amacıyla kullanılacaktı. Alman Hava Kuvvetleri, hava taşımacılığını baştan itibaren bir öncelik olarak görmediğinden, bu alanda etkili bir örgütsel yapı oluşturmayı ihmal etti. Sonuç olarak, hava nakliye kuvvetleri bağımsız bir filoya sahip olamadı ve yalnızca 7. Hava Tümeni’ne bağlı bir kanat olarak varlığını sürdürdü. Bu ikincil rol, hava taşımacılığı kuvvetleri için büyük bir dezavantaj yarattı. Tarihçi Richard Suchenwirth, bağımsız bir hava taşımacılığı filosunun kurulması durumunda, bu filonun bir başkomutan ve genelkurmay subaylarından oluşan bir kadroya sahip olacağını belirtir. Deneyimli ve üst rütbeli subaylar, idari ve operasyonel sorunları çözebilecek birikime sahip olacaklardı. Ayrıca, tatbikatlarda ortaya çıkan sorunlara doğrudan çözümler üretebilirlerdi. Eğer böyle bir organizasyon mevcut olsaydı, Kholm ve Demyansk’taki gereksiz hava ikmal operasyonları önlenebilir, Stalingrad Hava Köprüsü’nün başarısızlığı engellenebilirdi. Ancak organizasyonel eksiklikler, Luftwaffe’nin hava taşımacılığındaki tek sorunu değildi. Eğitim süreçleri de sistematik sorunlarla karşı karşıyaydı. Savaş öncesinde ve 1942’ye kadar, Alman pilot adayları ortalama 100 saatlik uçuş eğitimi alıyordu.


   Luftwaffe’nin pilot eğitim programı şu aşamalardan oluşuyordu:

A Kursu: Temel uçuş eğitimi (yaklaşık 30 saat). Bu sürenin 5 saati eğitmenle, 25 saati ise solo uçuşlardan oluşuyordu.

B Kursu: Daha güçlü uçaklarla 60 saatlik ek eğitim. Bu aşamada pilotların avcı pilotu, bombardıman pilotu, gözlemci ya da yer ekibinde görevli olacağı belirleniyordu.

C Kursu: Bombardıman ve uzun menzilli keşif pilotlarına yönelik çok motorlu uçak eğitimleri. Junkers 52, Dornier 17 ve Heinkel 111 gibi uçaklar kullanılıyordu.

       Hava taşımacılığı için ayrıca formasyon uçuşu, alçak irtifa uçuşu, gece ve aletl uçuş, personel ve ekipman havadan bırakma teknikleri gibi uzmanlık eğitimleri de vardı. Ancak bu eğitim programı barış zamanına uygun bir sistemdi.

   Eğitim Kalitesinin Düşüşü ve Luftwaffe’nin Çöküşü

      1942’ye kadar Alman pilotları, RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) pilotları kadar eğitim alıyordu. Ancak 1943 itibarıyla eğitim süresi dramatik bir şekilde azalmaya başladı. Luftwaffe’nin pilotları, müttefiklerine kıyasla yarı yarıya daha az eğitim almaya başladı. Yılın ikinci yarısında ise bu fark daha da büyüdü.

   Luftwaffe pilotları, RAF pilotlarının aldığı sürenin üçte biri kadar eğitim aldı.

   Amerikan pilotlarının aldığı sürenin ise beşte biri kadar eğitim alabildiler.

   Bundan daha da vahim olan, nitelikli personelin giderek azalmasıydı. Savaşın başlarında Luftwaffe, Almanya’nın en zeki ve en yetenekli gençlerini seçiyordu. Hatta Göring, savaş sonrası sorgusunda, "Luftwaffe, Almanya’nın en iyilerini aldı, denizaltılar ikinci sıradaydı, panzer birlikleri üçüncü sıradaydı" diyerek bu durumu açıkça ifade etti. Ancak savaş ilerledikçe pilot kayıpları artınca, daha genç ve yetersiz eğitimli personeller pilot olarak görevlendirilmeye başlandı. Bu da Luftwaffe’nin etkinliğini ciddi şekilde zayıflattı.

   Ju-52 ve Hava Taşımacılığındaki Yetersizlikler

      Alman Hava Kuvvetleri’nin hava taşımacılığı için seçtiği uçak Ju-52 idi. Bu uçak çok yönlü ve dayanıklıydı, ancak aslen taşımacılık ve pilot eğitimi için özel olarak tasarlanmamıştı. Luftwaffe, Ju-52’yi yeni bir eğitim uçağı ile değiştirmediğinden, hem eğitim hem de operasyonlar için aynı uçağı kullanmak zorunda kaldı.

   1943’e kadar Ju-52’ye olan talepler sürekli arttı, ancak üretim bu ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Eğitime ayrılan uçaklar, hava taşımacılığı için kullanılan uçaklarla rekabet halindeydi. Bu da hem eğitim kalitesini düşürdü hem de hava taşımacılığı operasyonlarının verimini azalttı.

       Luftwaffe’nin başarısızlığında hava taşımacılığı alanındaki organizasyon eksiklikleri ve eğitim sisteminin çöküşü büyük rol oynadı.

     Bağımsız bir hava taşımacılığı filosu kurulmadığı için hava ikmal operasyonları başarısız oldu.

     Pilot eğitimi savaş ilerledikçe yetersiz hale geldi, müttefiklere kıyasla büyük bir dezavantaj oluştu.

      Ju-52 gibi çok amaçlı uçakların hem eğitim hem de operasyonlar için kullanılması, üretimin talebi karşılamamasıyla daha da büyük bir soruna dönüştü.

     Bu faktörler birleşerek, Stalingrad’daki hava ikmal başarısızlığı ve Luftwaffe’nin savaşın ilerleyen dönemlerindeki çöküşüne doğrudan katkı sağladı (Akins,2004).

    Hitler’in Ölümcül Yanılgısı: Moskova’yı Göz Ardı Etmek

   1941 sonbaharında, Doğu Cephesi'nde Alman ordusunun savaş ruhu en yüksek seviyedeydi. 22 Haziran'da devasa "Barbarossa Operasyonu" sonrasında, Alman birlikleri kısa sürede Rus topraklarına 500 mil ilerlemişti; 1 Ekim itibarıyla cephe, kuzeyde Leningrad'dan güneyde Kırım Yarımadası'na kadar 1.490 mil uzunluğa ulaşmıştı. Bu ilerleyiş, pek çok Alman komutanının hayal bile edemeyeceği sonuçlar doğurmuştu: yıl sonuna kadar yalnızca esir alınan üç buçuk milyon Rus askerin yanı sıra, Josef Stalin’in ölümüne kadar savaşmaları için emrettiği askerlerin oluşturduğu dört milyon kayıp yaşanmıştı. Alman alt kademedeki askerler, düşmanın artık onlara gerçek bir mücadele sunmayacağına inanıyordu. Fakat düşmanın direncini büyük bir yanılgıyla hafife almışlardı. Temmuz ayının sonlarına doğru, "Moskova" yazılı pankartlar taşıyan Alman birlikleri Rus başkentine doğru ilerlerken, Rus yetkililer, önceki aylardaki aksaklıkları telafi etmek amacıyla yeni bir Sovyet Yüksek Komutanlığı olan Stavka'yı kurmak için yoğun bir şekilde çalışıyordu. Ağustos ayında, Alman birliklerinin karşısındaki cephelerde görev alması için üç yeni komutan atandı: Kuzey-Batı Cephesi için Mareşal Voroshilov, Batı Cephesi için Semyon Timoshenko ve Güney-Batı Cephesi için Seymon Budenny. Ayrıca, düşman hatlarının gerisinde görev yapacak ev bekçisi tugayları, işçi taburları ve direnişçi birlikler kurmak amacıyla emirler gönderildi. Bu girişimlerin temel amacı, Rusya’ya kritik derecede ihtiyaç duyulan zamanı kazandırmaktı; böylece Stalin, ülkenin devasa kaynaklarını savaş için seferber edebilir ve 16 milyon asker çağındaki vatandaşı orduya kazandırarak ordusunu yeniden güçlendirebilirdi. Başlangıçta saldırganların üç temel hedefi belirlenmişti: Kuzey’de Leningrad (Army Group North için), Orta’da Moskova (Field Marshal Fedor von Bock’un yönettiği Army Group Center için) ve Güney’de Rostov (General Gerd von Rundstedt’in liderliğindeki Army Group South için). Fakat her bölgede Alman hırslarına karşı inatçı bir direnişle karşılaşılmıştı. Moskova’ya giden yolda bulunan antik Smolensk kalesinde, Almanların Dördüncü Panzer Ordusu şehri kolaylıkla ele geçirmiş olsa da, şehirden yaklaşık 25-30 mil doğuda, Katyuşa roket füzeleri ve mayın tarlalarıyla desteklenen Sovyet ablukasıyla karşılaşmıştı. Bu hattın gerisinde, Rus birlikleri toparlanarak Moskova savunmasını yeniden organize etmeye başlamıştı. Hitler ise Moskova’ya karşı pek ilgili görünmüyordu; onun gözünde Rus başkenti sadece coğrafi bir kavramdı, gerçek bir güç merkezi olarak görmüyordu. Bunun yerine, göz alıcı petrol rezervlerine sahip Ukrayna'yı adeta göz ardı edemedi. Fakat bu, ölümcül bir hesap hatasıydı. Ukrayna’nın önemi tartışılmazdı; Kafkasya’daki petrol sahaları Alman ordusunun başarısı için hayati öneme sahipti, ancak Moskova’dan sonra geliyordu. Ünlü 19. yüzyıl askeri stratejisti Carl von Clausewitz, "Düşmanı eyaletlerini fethederek değil, gücünün kalbine inerek yere sermeliyiz" demişti. Hitler ise kendini Clausewitz’ten daha üstün bir stratejist olarak görüyordu. Tarih ise bu iddiasının ne kadar yanıldığını kanıtlayacaktı (Kadidal,2017).

    Stalingrad: İnsanlık Tarihinin En Kanlı Savaşı ve Bir Dönüm Noktası

    

     Stalingrad’da artık sokaklar metreyle değil, cesetlerle ölçülüyordu. Şehir, gündüzleri dumanların gökyüzünü kapladığı devasa bir yangın alanına dönüşmüştü. Geceleri ise alevlerin kızıllığı altında yankılanan çığlıklar şehri cehenneme çeviriyordu. Hatta köpekler bile bu korkunç ortamdan kaçmak için Volga Nehri’ne atlayıp karşı kıyıya ulaşmaya çalışıyordu. Hayvanlar kaçıyordu, taşlar bile bu dehşete uzun süre dayanamıyordu ama insanlar direnmek zorundaydı. 2 Şubat 1943’te, zayıf düşmüş, dizanteriyle kıvranan ve yüzü tiklerle kasılan bir Alman Mareşali, Stalingrad’da Sovyet güçlerine teslim oldu. General Şumilov’un karargâhına götürüldüğünde, Sovyet subayları onun gerçekten bir mareşal olduğuna inanmakta güçlük çekmiş ve rütbesini kanıtlamasını istemişti. Böylece, insanlık tarihinin en kanlı savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren dönüm noktası sona ermişti. Stalingrad’daki Alman yenilgisi tek bir kelimeyle özetlenebilir: Kibir. 1942 yılına girerken, Hitler kendisini Napolyon’dan sonra Avrupa’nın en büyük fatihi olarak görüyordu. İspanya’nın sessiz desteği, Polonya’nın doğu sınırlarına kadar uzanan geniş imparatorluğu ve Dunkirk’ten yeni çıkmış, hâlâ toparlanmaya çalışan bir Britanya ile Avrupa’da ona rakip olabilecek kimse kalmamış gibiydi. Amerika ise kendi içine kapanmıştı. Hitler için tehdit oluşturabilecek hiçbir güç görünmüyordu. Ancak Stalingrad, onun bu hatalı özgüveninin bedelini tüm dünyaya gösterecekti. 22 Haziran 1941’de, tarihin gördüğü en büyük ordu olan 3,3 milyon Alman askeri ve yarım milyon müttefik güç, 1400 kilometrelik bir sınırı aşarak Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Barbarossa Harekâtı başlamıştı. Stalin, kendisine sunulan istihbarata inanmayı reddetmiş ve generallerinin uyarılarını göz ardı etmişti. Bunun sonucunda Sovyetler hazırlıksız yakalandı; yüz binlerce asker esir düştü (çoğu açlık ve soğuktan hayatını kaybedecekti) ve Sovyet hava kuvvetleri daha havalanamadan imha edildi. (Benzer bir taktik 1967’de İsrail Hava Kuvvetleri tarafından tekrar edilecekti.) İlk şokla Stalin’in sinir krizi geçirdiği söylense de birkaç gün içinde toparlanarak halkını Büyük Vatanseverlik Savaşı için seferber etti. Alman ordusu kısa sürede yüzlerce kilometre ilerledi ve Rusların yenilmesi an meselesi gibi görünüyordu. Hitler, "Kapıyı tekmelemek yeterli, bu çürük yapı kendi kendine yıkılacak." diyerek zaferden emindi. Ancak Almanlar için sorunlar baş göstermeye başladı. Lojistik hatlar çok uzamıştı, ağır zırhlı araçlar için arazi uygun değildi ve Hitler’in ‘aşağı ırk’ olarak gördüğü Rus askerleri ölümüne savaşmaya kararlıydı. Bu, Almanların daha önce karşılaşmadığı bir direnişti. Moraller bozuldu, teçhizat arızalandı, yakıt sıkıntısı baş gösterdi ve kayıplar hızla arttı. Hitler ve generalleri arasındaki gerilim giderek büyüdü ve bu, savaş boyunca stratejik kararları felç eden bir zehir haline geldi. Sonunda General Kış devreye girdi, Rusya'yı işgal etmenin zorluğunun tarihsel nedenlerinden biri. Yollar önce çamura, sonra tamamen donmuş hale geldi (bu duruma rasputitsa denir). Alman Genelkurmayı o kadar hızlı bir zafer bekliyordu ki kış üniformaları bile temin edilmemişti. Askerler, kıyafetlerinin altına gazete kağıtları sokarak ısınmaya çalıştılar ve etraflarındaki her şeyi yakmak zorunda kaldılar. Motorlar dondu, tanklar ve uçaklar çalışmaz hale geldi, silahlar ateş edemedi, açıkta kalan eller metal yüzeylere yapıştı ve binlerce asker donma nedeniyle hayatını kaybetti. Kasım ayında, işgalci Alman güçleri kötü durumda olsa da, zemin sertleşti ve tanklar hareket etmeye başladı. Bu, onları Rus başkentine doğru ilerlemeye sevk etti. Stalin, Moskova’yı boşaltmayı planlıyordu ancak General Zhukov, Japonların Rusya’ya saldırmayacakları netleşince, Sibirya'dan yeni birlikler getirerek Stalin’i Moskova’da kalmaya ikna etti. Almanlar Moskova'ya 30 kilometre kadar yaklaşabildiler; Kremlin’in kısa bir süreliğine görünen silueti, onlara zaferin çok yakın olduğu izlenimini verdi. Ancak işte o noktada, Zhukov, Kazakları saldırtarak Almanları geriye püskürttü. Almanlar birkaç yüz kilometre geri çekildiler, sonra yeniden düzenlenip, siper kazandılar. Savaş, Şubat ayına kadar devam etti ve yavaşça duraklama noktasına geldi. Stalin her zamanki gibi kendini tutamayarak, Zhukov'un kuvvetleri tek bir noktada yoğunlaştırma tavsiyesini dinlemeyip, tüm cephe boyunca saldırıya geçilmesini istedi ve bu da daha fazla kazanımın kaybolmasına sebep oldu. Alan Bullock, savaşın koşullarını “insan dayanıklılığının sınırlarına getiren” bir ortam olarak tanımlamıştır. Buna rağmen Sovyet ordusu hâlâ düzensiz, kötü yönetilen ve büyük kayıplar veren mantıksız cephe saldırılarıyla savaşmaya devam ediyordu. Stavka (Sovyet Yüksek Komutanlığı) savaş yönetimi konusunda hâlâ öğrenmesi gereken çok şeye sahipti ve Stalin'in ani müdahaleleri işleri daha da zorlaştırıyordu. Tüm bunlara rağmen, Alman tankları ilerlemeye devam etti ve artık Sovyetler’in başkenti Moskova görünür hale gelmişti. Generallerin ortak görüşü (özellikle Guderian’ın) şehri ele geçirmek ve kış bastırmadan önce savaşı bitirmekti. Eğer Moskova düşerse, ya Sovyetler tamamen yenilecek ya da Asya içlerine çekilmek zorunda kalacaktı. Daha pragmatik bir hesaplama ise şunu gösteriyordu: Ele geçirilen Moskova, yorgun Alman ordusu için bir kış üssü olabilir ve güçlerini yeniden toparlamalarına olanak tanıyabilirdi (Kaplan,2023).


 

         Alman Hava Saldırıları, Şehrin Enkaza Dönüşü ve İlk Çatışmalar

      23 Ağustos 1942’de Alman Luftwaffe birlikleri, Stalingrad’a büyük çaplı hava saldırıları düzenledi. Gökyüzü, bombardıman uçaklarının gürültüsüyle yankılanırken, yüzlerce ton bomba kentin üzerine yağdı. Bu saldırılar, Stalingrad’ı adeta bir enkaza çevirdi. Binalar yerle bir olurken, binlerce sivil hayatını kaybetti. Şehirde geriye yalnızca yanmış yapılar, harabe sokaklar ve külle kaplanmış bir manzara kaldı.

      Ancak, Almanların tahmin ettiği gibi bir teslimiyet yaşanmadı. Sovyetler, yıkılan şehirde savunma yapmayı öğrendi. Enkaz hâline gelmiş binalar ve dar sokaklar, Sovyet askerleri için doğal siperler haline geldi. Kızıl Ordu, gerilla taktikleri kullanarak sokak çatışmalarına yöneldi. Alman birlikleri, kentin her köşesinde direnişle karşılaşarak ilerlemekte zorlanmaya başladı.   

         Özellikle Volga Nehri kıyısındaki bölgelerde çatışmalar yoğunlaştı. Almanlar, hızlı bir zafer kazanmayı beklerken, sokak savaşlarının karmaşıklığı nedeniyle büyük kayıplar verdi. Sovyet keskin nişancıları, kentin harabeleri arasına gizlenerek Alman askerlerine ani saldırılar düzenliyordu. Mayınlar ve gizli pusu noktaları, işgalci kuvvetleri yavaşlattı.

       İlk günlerde Almanlar, ağır bombardıman ve üstün ateş gücüyle avantajlı görünse de, Sovyetler’in kararlı direnişi ve şehir savaşındaki ustalığı, savaşın gidişatını farklı bir noktaya taşıdı. Stalingrad, sadece bir şehir olmaktan çıkıp, tarihin en kanlı ve çetin mücadelelerinden birinin sahnesine dönüştü.

        SONUÇ

        Stalingrad Muharebesi, Alman 6. Ordusu’nun teslim olmasıyla 2 Şubat 1943’te sona erdi ve bu, Nazi Almanyası’nın Doğu Cephesi’ndeki gerileyişinin başlangıcı oldu. Hitler’in savaş stratejisindeki en büyük hatalarından biri, Moskova yerine Stalingrad’a odaklanması ve Sovyetler’in direncini küçümsemesi oldu. Savaşın sonunda, Nazi ordusu 800.000’den fazla asker kaybederken, Sovyet tarafında milyonlarca kayıp yaşandı. Ancak, bu zafer Sovyetler Birliği’nin moralini ve savaş gücünü artırarak onları karşı saldırıya geçmeye teşvik etti.

         Stalingrad, tarihte yalnızca bir muharebe olarak değil, savaşın seyrini değiştiren bir dönüm noktası olarak anılmaktadır. Savaşın ardından Sovyetler Birliği, Nazi işgaline karşı büyük bir psikolojik üstünlük kazandı ve Kızıl Ordu, Doğu Avrupa boyunca ilerleyerek Berlin’e kadar ulaşan bir karşı saldırıyı başlattı. Bu savaş aynı zamanda modern askeri stratejilerde şehir savaşlarının ne kadar yıkıcı ve belirleyici olabileceğini gösterdi.

      Sonuç olarak, Stalingrad, sadece bir şehir savaşından ibaret değildi; II. Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren, Nazi Almanyası’nın gerilemesini başlatan ve Sovyetler Birliği’ni zafer yoluna sokan bir dönüm noktasıydı. Hem askeri hem de insani boyutuyla, Stalingrad Muharebesi, tarihin en trajik ama bir o kadar da önemli savaşlarından biri olarak hatırlanmaktadır.


     KAYNAKÇA 

     Akins, W. (2004). Ghosts of Stalingrad (ATZL-SWD-GD). US Army Command and General Staff College.

       Kadidal, A. (2011, June). Stalingrad Pocket: The Advance to Stalingrad and the Destruction of the Sixth Army.

       Kaplan, R. M. (2023). Stalingrad: The hinge of history. How Hitler’s hubris led to the defeat of the Sixth Army. Commentary, 31(2).

      Görseller;

           https://www.historyhit.com/facts-about-the-battle-of-stalingrad/

       https://www.maxwell.af.mil/News/Display/Article/1754049/operation-argument-big-week-the-beginning-of-the-end-of-the-german-luftwaffe/

         https://germanwarmachine.com/commanders/hans-von-seeckt.html

       https://warontherocks.com/2017/08/the-motherland-calls-the-battle-of-stalingrad-75-years-later/

 https://www.bostonglobe.com/arts/movies/2014/02/27/movie-review-the-battle-stalingrad/XETNH7iDw6HS7oGheVPi5M/story.html

       https://www.aa.com.tr/tr/dunya/insanlik-tarihinin-en-buyuk-felaketi-2-dunya-savasi/2674182

Altı Gün Savaşı (5-10 Haziran 1967): Orta Doğu’nun Jeopolitik Dönüm Noktası

  Giriş 1967 Arap-İsrail Savaşı, modern Orta Doğu tarihinin en kritik kırılma anlarından biridir. Sadece 132 saat süren çatışmalar, bölgen...