GİRİŞ
II. Dünya Savaşı’nın en kanlı ve
kritik savaşlarından biri olan Stalingrad Muharebesi, yalnızca bir şehir savaşı
olmanın ötesinde, Nazi Almanya'sının Doğu Cephesi’ndeki yenilmezlik algısını
yıkan bir dönüm noktasıydı. Hitler’in Sovyetler Birliği’ni işgal etmek için
başlattığı Barbarossa Harekâtı, 1942 yılına gelindiğinde büyük
kayıplara rağmen Sovyet topraklarında ilerlemeye devam ediyordu. Ancak, bu
ilerleyişin en zorlu engellerinden biri, Volga Nehri kıyısında bulunan ve adını
Sovyet lideri Josef Stalin’den alan Stalingrad kenti oldu.
Şehir, hem sanayi kapasitesi hem
de stratejik konumu nedeniyle Nazi ordusunun gözünde önemli bir hedefti. Hitler
için bu kentin ele geçirilmesi, Doğu Cephesi’nde kesin bir zafer kazanmanın
anahtarıydı. Ancak Sovyetler için Stalingrad, yalnızca askeri bir nokta değil,
aynı zamanda ideolojik ve psikolojik olarak savunulması gereken bir kale
konumundaydı. Bu yüzden Sovyet liderliği, kentin savunulmasını bir ölüm kalım
meselesi olarak gördü. Ağustos 1942’de başlayan Alman hava saldırıları
ve ardından gelen sokak çatışmaları, savaşın en kanlı ve yıpratıcı anlarını
başlattı.
Stalingrad'ın Stratejik ve Sembolik Önemi
Stalingrad, Hazar denizine ve petrol rezervlerinin bulunduğu bölgelere yakınlığıyla, savaşın stratejik unsurlarından birini oluşturuyordu. Almanlar, Sovyetler Birliği’nin kalbine doğru ilerlerken, bu şehrin ele geçirilmesinin rakip güçlerin ikmal hatlarını kesip, ekonomik ve askeri kaynaklara erişimi kısıtlayacağını düşünmüştü. Ancak, Sovyetler Stalingrad’ı koruyarak Alman ilerleyişini yavaşlattı ve düşmanın lojistik sistemlerine ağır darbe indirdi.
Stalingrad, sadece coğrafi bir nokta değildi; aynı zamanda sembolik bir öneme de sahipti. Şehrin ismi, Sovyet lideri Stalin ile özdeşleştirilmişti ve düşmanın bu sembolik merkezi ele geçirmesi, moral üzerinde yıkıcı etkiler yaratabilirdi. Ancak, Sovyetlerin burada gösterdiği direniş hem kendi halklarının hem de müttefiklerinin moralini yükseltti. Alman ordusu için ise, bu zorlu ve uzun süren muharebe, ilerlemenin durduğunu ve savaşın kaderinin değişmeye başladığını simgeledi.
Stalingrad Muharebesi, savaşın ilk yıllarında Almanların
üstün görünen ilerleyişinin sonunu işaret etti. Şehrin kuşatılması ve
sonrasında yaşanan şiddetli çatışmalar, Alman ordusunun stratejik hatalarına ve
yetersizliklerine dikkat çekti. Bu muharebe, Sovyetler Birliği'nin sadece
direniş gücünü değil, aynı zamanda büyük fedakarlık ve yeniden yapılanma
kapasitesini de ortaya koydu. Böylece, Stalingrad, Doğu Cephesi’nde inatçı bir
savunma hattı oluşturarak, savaşın seyrini Sovyet lehine çevirmeye yardımcı oldu.
Hem Alman hem de Sovyet tarafında milyonlarca asker,
siviller ve askeri teçhizat bu muharebede hayatını kaybetti veya ağır hasar
gördü. Bu devasa kayıplar, savaşın ne denli acımasız ve yıkıcı olabileceğinin
bir simgesi haline geldi. Stalingrad, savaşın sadece askeri bir mücadele değil,
aynı zamanda insani bir trajedi olduğunu tüm dünyaya gözler önüne serdi.
Stalingrad'da alınan dersler, modern askeri stratejilerde ve
uluslararası ilişkilerde hala önemli bir referans noktasıdır. Bu savaş,
yalnızca üstün teknolojik ya da sayısal gücün değil, stratejik düşüncenin,
doğru zamanlama ve planlamanın, moralin ve direnişin önemini vurgulamıştır. Hem
liderler hem de askeri tarihçiler, Stalingrad'ı incelerken, zaferin ve
yenilginin arkasındaki karmaşık dinamikleri anlamaya çalışır.
İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce Almanya, hava kuvvetlerini
yeniden inşa etmek gibi zorlu bir görevle karşı karşıyaydı. Versay
Antlaşması’nın getirdiği kısıtlamalar nedeniyle Alman hava gücü yok denecek
kadar zayıftı. I. Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan bu antlaşma, Almanya’nın
ordusunun ve donanmasının büyüklüğünü sınırlandırmış, aktif bir hava kuvveti
bulundurmasını tamamen yasaklamıştı. Bu zor duruma rağmen, General Hans von
Seeckt, Almanya’nın bağımsız bir hava gücüne sahip olması gerektiğini savunarak
1.700 uçak ve 10.000 kişilik bir hava kuvveti talep etti. Ancak bu talebi kabul
edilmedi. Yine de, onun ileri görüşlülüğü ve kararlılığı, Almanya’nın hava
savaşında tecrübeli bir kadroyu elinde tutmasını sağladı. Bu subaylar, ordu ve
donanma bünyesinde gizlice görev yaparak güçlü bir hava kuvveti fikrini
savaşlar arası dönemde canlı tutmayı başardılar. Adolf Hitler’in en güvendiği
isimlerden biri olan Reichsmarschall Hermann Göring’in yönetimi altında,
Almanya Luftwaffe’yi kurarak Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’da güçlü bir hava
hakimiyeti kurmaya başladı. 1940 yılına gelindiğinde, Luftwaffe dünyadaki en
büyük hava kuvveti haline gelmişti. Hitler ve Nazi rejiminin iktidara
gelmesiyle birlikte Almanya, seferberlik ve silahlanmaya odaklandı. Bu
çabaların büyük bir kısmı, askeri hava gücünün inşasına yönlendirildi.
Almanya’nın sivil havacılıkta sağladığı ilerlemeler, askeri havacılığa geçişini
kolaylaştırdı. İngilizler gibi, Almanlar da askeri hava gücünün geleceğinin
bağımsız bir bombardıman filosunun geliştirilmesine bağlı olduğunu düşündüler.
Ancak, teknolojik sınırlamalar, Luftwaffe’nin genelkurmayındaki doktrinsel
anlaşmazlıklar ve ordunun havadan destek talepleri, bu stratejik bombardıman planlarının
hayata geçirilmesini engelledi. Tarihçi Richard Muller, Alman hava gücü
doktrininin çeşitli unsurlar içerdiğini ve tek bir kalıba sığdırılamayacağını
belirtir. Luftwaffe, 1930’larda büyüyüp gelişirken uzun menzilli bombardıman
uçaklarına odaklanmıştı. Ancak uçak motor teknolojisindeki tasarım sorunları ve
ordunun ihtiyaçları nedeniyle bu stratejiden sapıldı. O dönemin Alman hava gücü
kuramcıları, 20. yüzyıl sanayi toplumlarının hava saldırılarına karşı son
derece savunmasız olduğunu fark etmişlerdi. Bu yüzden, savaşlar arası dönemde
hava gücünün bağımsız mı yoksa stratejik bir destek unsuru olarak mı
kullanılması gerektiği konusunda yoğun tartışmalar yaşandı. Alman hava
subayları, Amerikalı ve Avrupalı meslektaşları gibi, bağımsız bir bombardıman filosunun
önemine inanıyordu. Ancak, Almanya’da ortaya çıkan hava gücü doktrini, çeşitli
unsurlardan oluşan bir karma sistem haline geldi. Buna göre, hava gücü hem kara
ve deniz kuvvetlerini desteklemek hem de düşman ekonomisini ve stratejik
hedeflerini yok etmek için bağımsız operasyonlar düzenlemek amacıyla
kullanılacaktı. Alman Hava Kuvvetleri, hava taşımacılığını baştan itibaren bir
öncelik olarak görmediğinden, bu alanda etkili bir örgütsel yapı oluşturmayı
ihmal etti. Sonuç olarak, hava nakliye kuvvetleri bağımsız bir filoya sahip
olamadı ve yalnızca 7. Hava Tümeni’ne bağlı bir kanat olarak varlığını
sürdürdü. Bu ikincil rol, hava taşımacılığı kuvvetleri için büyük bir
dezavantaj yarattı. Tarihçi Richard Suchenwirth, bağımsız bir hava taşımacılığı filosunun
kurulması durumunda, bu filonun bir başkomutan ve genelkurmay subaylarından
oluşan bir kadroya sahip olacağını belirtir. Deneyimli ve üst rütbeli subaylar,
idari ve operasyonel sorunları çözebilecek birikime sahip olacaklardı. Ayrıca,
tatbikatlarda ortaya çıkan sorunlara doğrudan çözümler üretebilirlerdi. Eğer
böyle bir organizasyon mevcut olsaydı, Kholm ve Demyansk’taki gereksiz hava
ikmal operasyonları önlenebilir, Stalingrad Hava Köprüsü’nün başarısızlığı
engellenebilirdi. Ancak
organizasyonel eksiklikler, Luftwaffe’nin hava taşımacılığındaki tek sorunu
değildi. Eğitim süreçleri de sistematik sorunlarla karşı karşıyaydı. Savaş
öncesinde ve 1942’ye kadar, Alman pilot adayları ortalama 100 saatlik uçuş
eğitimi alıyordu.
Luftwaffe’nin pilot eğitim programı şu aşamalardan oluşuyordu:
A Kursu: Temel uçuş eğitimi (yaklaşık 30 saat). Bu sürenin 5 saati
eğitmenle, 25 saati ise solo uçuşlardan oluşuyordu.
B Kursu: Daha güçlü uçaklarla 60 saatlik ek eğitim. Bu aşamada pilotların
avcı pilotu, bombardıman pilotu, gözlemci ya da yer ekibinde görevli olacağı
belirleniyordu.
C Kursu: Bombardıman ve uzun menzilli keşif pilotlarına yönelik çok
motorlu uçak eğitimleri. Junkers 52, Dornier 17 ve Heinkel 111 gibi uçaklar
kullanılıyordu.
Hava taşımacılığı için ayrıca formasyon uçuşu, alçak irtifa uçuşu, gece
ve aletl uçuş, personel ve ekipman havadan bırakma teknikleri gibi uzmanlık
eğitimleri de vardı. Ancak bu eğitim programı barış zamanına uygun bir
sistemdi.
Eğitim Kalitesinin Düşüşü ve Luftwaffe’nin Çöküşü
İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce Almanya, hava kuvvetlerini yeniden inşa etmek gibi zorlu bir görevle karşı karşıyaydı. Versay Antlaşması’nın getirdiği kısıtlamalar nedeniyle Alman hava gücü yok denecek kadar zayıftı. I. Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan bu antlaşma, Almanya’nın ordusunun ve donanmasının büyüklüğünü sınırlandırmış, aktif bir hava kuvveti bulundurmasını tamamen yasaklamıştı. Bu zor duruma rağmen, General Hans von Seeckt, Almanya’nın bağımsız bir hava gücüne sahip olması gerektiğini savunarak 1.700 uçak ve 10.000 kişilik bir hava kuvveti talep etti. Ancak bu talebi kabul edilmedi. Yine de, onun ileri görüşlülüğü ve kararlılığı, Almanya’nın hava savaşında tecrübeli bir kadroyu elinde tutmasını sağladı. Bu subaylar, ordu ve donanma bünyesinde gizlice görev yaparak güçlü bir hava kuvveti fikrini savaşlar arası dönemde canlı tutmayı başardılar. Adolf Hitler’in en güvendiği isimlerden biri olan Reichsmarschall Hermann Göring’in yönetimi altında, Almanya Luftwaffe’yi kurarak Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’da güçlü bir hava hakimiyeti kurmaya başladı. 1940 yılına gelindiğinde, Luftwaffe dünyadaki en büyük hava kuvveti haline gelmişti. Hitler ve Nazi rejiminin iktidara gelmesiyle birlikte Almanya, seferberlik ve silahlanmaya odaklandı. Bu çabaların büyük bir kısmı, askeri hava gücünün inşasına yönlendirildi. Almanya’nın sivil havacılıkta sağladığı ilerlemeler, askeri havacılığa geçişini kolaylaştırdı. İngilizler gibi, Almanlar da askeri hava gücünün geleceğinin bağımsız bir bombardıman filosunun geliştirilmesine bağlı olduğunu düşündüler. Ancak, teknolojik sınırlamalar, Luftwaffe’nin genelkurmayındaki doktrinsel anlaşmazlıklar ve ordunun havadan destek talepleri, bu stratejik bombardıman planlarının hayata geçirilmesini engelledi. Tarihçi Richard Muller, Alman hava gücü doktrininin çeşitli unsurlar içerdiğini ve tek bir kalıba sığdırılamayacağını belirtir. Luftwaffe, 1930’larda büyüyüp gelişirken uzun menzilli bombardıman uçaklarına odaklanmıştı. Ancak uçak motor teknolojisindeki tasarım sorunları ve ordunun ihtiyaçları nedeniyle bu stratejiden sapıldı. O dönemin Alman hava gücü kuramcıları, 20. yüzyıl sanayi toplumlarının hava saldırılarına karşı son derece savunmasız olduğunu fark etmişlerdi. Bu yüzden, savaşlar arası dönemde hava gücünün bağımsız mı yoksa stratejik bir destek unsuru olarak mı kullanılması gerektiği konusunda yoğun tartışmalar yaşandı. Alman hava subayları, Amerikalı ve Avrupalı meslektaşları gibi, bağımsız bir bombardıman filosunun önemine inanıyordu. Ancak, Almanya’da ortaya çıkan hava gücü doktrini, çeşitli unsurlardan oluşan bir karma sistem haline geldi. Buna göre, hava gücü hem kara ve deniz kuvvetlerini desteklemek hem de düşman ekonomisini ve stratejik hedeflerini yok etmek için bağımsız operasyonlar düzenlemek amacıyla kullanılacaktı. Alman Hava Kuvvetleri, hava taşımacılığını baştan itibaren bir öncelik olarak görmediğinden, bu alanda etkili bir örgütsel yapı oluşturmayı ihmal etti. Sonuç olarak, hava nakliye kuvvetleri bağımsız bir filoya sahip olamadı ve yalnızca 7. Hava Tümeni’ne bağlı bir kanat olarak varlığını sürdürdü. Bu ikincil rol, hava taşımacılığı kuvvetleri için büyük bir dezavantaj yarattı. Tarihçi Richard Suchenwirth, bağımsız bir hava taşımacılığı filosunun kurulması durumunda, bu filonun bir başkomutan ve genelkurmay subaylarından oluşan bir kadroya sahip olacağını belirtir. Deneyimli ve üst rütbeli subaylar, idari ve operasyonel sorunları çözebilecek birikime sahip olacaklardı. Ayrıca, tatbikatlarda ortaya çıkan sorunlara doğrudan çözümler üretebilirlerdi. Eğer böyle bir organizasyon mevcut olsaydı, Kholm ve Demyansk’taki gereksiz hava ikmal operasyonları önlenebilir, Stalingrad Hava Köprüsü’nün başarısızlığı engellenebilirdi. Ancak organizasyonel eksiklikler, Luftwaffe’nin hava taşımacılığındaki tek sorunu değildi. Eğitim süreçleri de sistematik sorunlarla karşı karşıyaydı. Savaş öncesinde ve 1942’ye kadar, Alman pilot adayları ortalama 100 saatlik uçuş eğitimi alıyordu.
Luftwaffe’nin pilot eğitim programı şu aşamalardan oluşuyordu:
A Kursu: Temel uçuş eğitimi (yaklaşık 30 saat). Bu sürenin 5 saati
eğitmenle, 25 saati ise solo uçuşlardan oluşuyordu.
B Kursu: Daha güçlü uçaklarla 60 saatlik ek eğitim. Bu aşamada pilotların
avcı pilotu, bombardıman pilotu, gözlemci ya da yer ekibinde görevli olacağı
belirleniyordu.
C Kursu: Bombardıman ve uzun menzilli keşif pilotlarına yönelik çok
motorlu uçak eğitimleri. Junkers 52, Dornier 17 ve Heinkel 111 gibi uçaklar
kullanılıyordu.
Hava taşımacılığı için ayrıca formasyon uçuşu, alçak irtifa uçuşu, gece ve aletl uçuş, personel ve ekipman havadan bırakma teknikleri gibi uzmanlık eğitimleri de vardı. Ancak bu eğitim programı barış zamanına uygun bir sistemdi.
Eğitim Kalitesinin Düşüşü ve Luftwaffe’nin Çöküşü
1942’ye kadar Alman pilotları, RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) pilotları
kadar eğitim alıyordu. Ancak 1943 itibarıyla eğitim süresi dramatik bir şekilde
azalmaya başladı. Luftwaffe’nin pilotları, müttefiklerine kıyasla yarı yarıya
daha az eğitim almaya başladı. Yılın ikinci yarısında ise bu fark daha da
büyüdü.
1942’ye kadar Alman pilotları, RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) pilotları kadar eğitim alıyordu. Ancak 1943 itibarıyla eğitim süresi dramatik bir şekilde azalmaya başladı. Luftwaffe’nin pilotları, müttefiklerine kıyasla yarı yarıya daha az eğitim almaya başladı. Yılın ikinci yarısında ise bu fark daha da büyüdü.
Luftwaffe pilotları, RAF pilotlarının aldığı sürenin üçte biri kadar
eğitim aldı.
Amerikan pilotlarının aldığı sürenin ise beşte biri kadar eğitim
alabildiler.
Bundan daha da vahim olan, nitelikli personelin giderek azalmasıydı.
Savaşın başlarında Luftwaffe, Almanya’nın en zeki ve en yetenekli gençlerini
seçiyordu. Hatta Göring, savaş sonrası sorgusunda, "Luftwaffe, Almanya’nın
en iyilerini aldı, denizaltılar ikinci sıradaydı, panzer birlikleri üçüncü
sıradaydı" diyerek bu durumu açıkça ifade etti. Ancak savaş ilerledikçe
pilot kayıpları artınca, daha genç ve yetersiz eğitimli personeller pilot
olarak görevlendirilmeye başlandı. Bu da Luftwaffe’nin etkinliğini ciddi
şekilde zayıflattı.
Ju-52 ve Hava Taşımacılığındaki Yetersizlikler
Alman Hava Kuvvetleri’nin hava taşımacılığı için seçtiği uçak Ju-52 idi.
Bu uçak çok yönlü ve dayanıklıydı, ancak aslen taşımacılık ve pilot eğitimi
için özel olarak tasarlanmamıştı. Luftwaffe, Ju-52’yi yeni bir eğitim uçağı ile
değiştirmediğinden, hem eğitim hem de operasyonlar için aynı uçağı kullanmak
zorunda kaldı.
1943’e kadar Ju-52’ye olan talepler sürekli arttı, ancak üretim bu
ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Eğitime ayrılan uçaklar, hava taşımacılığı için
kullanılan uçaklarla rekabet halindeydi. Bu da hem eğitim kalitesini düşürdü
hem de hava taşımacılığı operasyonlarının verimini azalttı.
Luftwaffe’nin başarısızlığında hava taşımacılığı alanındaki organizasyon
eksiklikleri ve eğitim sisteminin çöküşü büyük rol oynadı.
Bağımsız bir hava taşımacılığı filosu kurulmadığı için hava ikmal
operasyonları başarısız oldu.
Pilot eğitimi savaş ilerledikçe yetersiz hale geldi, müttefiklere kıyasla
büyük bir dezavantaj oluştu.
Ju-52 gibi çok amaçlı uçakların hem eğitim hem de operasyonlar için
kullanılması, üretimin talebi karşılamamasıyla daha da büyük bir soruna
dönüştü.
Bu faktörler birleşerek, Stalingrad’daki hava ikmal başarısızlığı ve
Luftwaffe’nin savaşın ilerleyen dönemlerindeki çöküşüne doğrudan katkı sağladı
(Akins,2004).
Hitler’in Ölümcül Yanılgısı: Moskova’yı Göz Ardı Etmek
1941 sonbaharında, Doğu
Cephesi'nde Alman ordusunun savaş ruhu en yüksek seviyedeydi. 22 Haziran'da
devasa "Barbarossa Operasyonu" sonrasında, Alman birlikleri kısa
sürede Rus topraklarına 500 mil ilerlemişti; 1 Ekim itibarıyla cephe, kuzeyde Leningrad'dan
güneyde Kırım Yarımadası'na kadar 1.490 mil uzunluğa ulaşmıştı. Bu ilerleyiş,
pek çok Alman komutanının hayal bile edemeyeceği sonuçlar doğurmuştu: yıl
sonuna kadar yalnızca esir alınan üç buçuk milyon Rus askerin yanı sıra, Josef
Stalin’in ölümüne kadar savaşmaları için emrettiği askerlerin oluşturduğu dört
milyon kayıp yaşanmıştı. Alman alt kademedeki askerler, düşmanın artık onlara
gerçek bir mücadele sunmayacağına inanıyordu. Fakat düşmanın direncini büyük
bir yanılgıyla hafife almışlardı. Temmuz ayının sonlarına doğru,
"Moskova" yazılı pankartlar taşıyan Alman birlikleri Rus başkentine
doğru ilerlerken, Rus yetkililer, önceki aylardaki aksaklıkları telafi etmek
amacıyla yeni bir Sovyet Yüksek Komutanlığı olan Stavka'yı kurmak için yoğun bir
şekilde çalışıyordu. Ağustos ayında, Alman birliklerinin karşısındaki
cephelerde görev alması için üç yeni komutan atandı: Kuzey-Batı Cephesi için
Mareşal Voroshilov, Batı Cephesi için Semyon Timoshenko ve Güney-Batı Cephesi
için Seymon Budenny. Ayrıca, düşman hatlarının gerisinde görev yapacak ev
bekçisi tugayları, işçi taburları ve direnişçi birlikler kurmak amacıyla
emirler gönderildi. Bu girişimlerin temel amacı, Rusya’ya kritik derecede
ihtiyaç duyulan zamanı kazandırmaktı; böylece Stalin, ülkenin devasa kaynaklarını
savaş için seferber edebilir ve 16 milyon asker çağındaki vatandaşı orduya
kazandırarak ordusunu yeniden güçlendirebilirdi. Başlangıçta saldırganların üç
temel hedefi belirlenmişti: Kuzey’de Leningrad (Army Group North için), Orta’da
Moskova (Field Marshal Fedor von Bock’un yönettiği Army Group Center için) ve
Güney’de Rostov (General Gerd von Rundstedt’in liderliğindeki Army Group South
için). Fakat her bölgede Alman hırslarına karşı inatçı bir direnişle
karşılaşılmıştı. Moskova’ya giden yolda bulunan antik Smolensk kalesinde,
Almanların Dördüncü Panzer Ordusu şehri kolaylıkla ele geçirmiş olsa da,
şehirden yaklaşık 25-30 mil doğuda, Katyuşa roket füzeleri ve mayın
tarlalarıyla desteklenen Sovyet ablukasıyla karşılaşmıştı. Bu hattın gerisinde,
Rus birlikleri toparlanarak Moskova savunmasını yeniden organize etmeye
başlamıştı. Hitler ise Moskova’ya karşı pek ilgili görünmüyordu; onun gözünde
Rus başkenti sadece coğrafi bir kavramdı, gerçek bir güç merkezi olarak
görmüyordu. Bunun yerine, göz alıcı petrol rezervlerine sahip Ukrayna'yı adeta
göz ardı edemedi. Fakat bu, ölümcül bir hesap hatasıydı. Ukrayna’nın önemi
tartışılmazdı; Kafkasya’daki petrol sahaları Alman ordusunun başarısı için
hayati öneme sahipti, ancak Moskova’dan sonra geliyordu. Ünlü 19. yüzyıl askeri
stratejisti Carl von Clausewitz, "Düşmanı eyaletlerini fethederek değil,
gücünün kalbine inerek yere sermeliyiz" demişti. Hitler ise kendini
Clausewitz’ten daha üstün bir stratejist olarak görüyordu. Tarih ise bu
iddiasının ne kadar yanıldığını kanıtlayacaktı (Kadidal,2017).
Stalingrad: İnsanlık Tarihinin
En Kanlı Savaşı ve Bir Dönüm Noktası
Stalingrad’da artık sokaklar
metreyle değil, cesetlerle ölçülüyordu. Şehir, gündüzleri dumanların gökyüzünü
kapladığı devasa bir yangın alanına dönüşmüştü. Geceleri ise alevlerin
kızıllığı altında yankılanan çığlıklar şehri cehenneme çeviriyordu. Hatta köpekler
bile bu korkunç ortamdan kaçmak için Volga Nehri’ne atlayıp karşı kıyıya
ulaşmaya çalışıyordu. Hayvanlar kaçıyordu, taşlar bile bu dehşete uzun süre
dayanamıyordu ama insanlar direnmek zorundaydı. 2 Şubat 1943’te, zayıf düşmüş,
dizanteriyle kıvranan ve yüzü tiklerle kasılan bir Alman Mareşali,
Stalingrad’da Sovyet güçlerine teslim oldu. General Şumilov’un karargâhına
götürüldüğünde, Sovyet subayları onun gerçekten bir mareşal olduğuna inanmakta
güçlük çekmiş ve rütbesini kanıtlamasını istemişti. Böylece, insanlık tarihinin
en kanlı savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren dönüm noktası
sona ermişti. Stalingrad’daki Alman yenilgisi tek bir kelimeyle özetlenebilir:
Kibir. 1942 yılına girerken, Hitler kendisini Napolyon’dan sonra Avrupa’nın en
büyük fatihi olarak görüyordu. İspanya’nın sessiz desteği, Polonya’nın doğu
sınırlarına kadar uzanan geniş imparatorluğu ve Dunkirk’ten yeni çıkmış, hâlâ
toparlanmaya çalışan bir Britanya ile Avrupa’da ona rakip olabilecek kimse
kalmamış gibiydi. Amerika ise kendi içine kapanmıştı. Hitler için tehdit
oluşturabilecek hiçbir güç görünmüyordu. Ancak Stalingrad, onun bu hatalı
özgüveninin bedelini tüm dünyaya gösterecekti. 22 Haziran 1941’de, tarihin
gördüğü en büyük ordu olan 3,3 milyon Alman askeri ve yarım milyon müttefik
güç, 1400 kilometrelik bir sınırı aşarak Sovyetler Birliği’ne saldırdı.
Barbarossa Harekâtı başlamıştı. Stalin, kendisine sunulan istihbarata inanmayı
reddetmiş ve generallerinin uyarılarını göz ardı etmişti. Bunun sonucunda
Sovyetler hazırlıksız yakalandı; yüz binlerce asker esir düştü (çoğu açlık ve
soğuktan hayatını kaybedecekti) ve Sovyet hava kuvvetleri daha havalanamadan
imha edildi. (Benzer bir taktik 1967’de İsrail Hava Kuvvetleri tarafından
tekrar edilecekti.) İlk şokla Stalin’in sinir krizi geçirdiği söylense de
birkaç gün içinde toparlanarak halkını Büyük Vatanseverlik Savaşı için seferber
etti. Alman ordusu kısa sürede yüzlerce kilometre ilerledi ve Rusların
yenilmesi an meselesi gibi görünüyordu. Hitler, "Kapıyı tekmelemek
yeterli, bu çürük yapı kendi kendine yıkılacak." diyerek zaferden emindi.
Ancak Almanlar için sorunlar baş göstermeye başladı. Lojistik hatlar çok
uzamıştı, ağır zırhlı araçlar için arazi uygun değildi ve Hitler’in ‘aşağı ırk’
olarak gördüğü Rus askerleri ölümüne savaşmaya kararlıydı.
Bu, Almanların daha önce karşılaşmadığı bir direnişti. Moraller bozuldu,
teçhizat arızalandı, yakıt sıkıntısı baş gösterdi ve kayıplar hızla arttı.
Hitler ve generalleri arasındaki gerilim giderek büyüdü ve bu, savaş boyunca
stratejik kararları felç eden bir zehir haline geldi. Sonunda General Kış
devreye girdi, Rusya'yı işgal etmenin zorluğunun tarihsel nedenlerinden biri.
Yollar önce çamura, sonra tamamen donmuş hale geldi (bu duruma rasputitsa
denir). Alman Genelkurmayı o kadar hızlı bir zafer bekliyordu ki kış
üniformaları bile temin edilmemişti. Askerler, kıyafetlerinin altına gazete
kağıtları sokarak ısınmaya çalıştılar ve etraflarındaki her şeyi yakmak zorunda
kaldılar. Motorlar dondu, tanklar ve uçaklar çalışmaz hale geldi, silahlar ateş
edemedi, açıkta kalan eller metal yüzeylere yapıştı ve binlerce asker donma
nedeniyle hayatını kaybetti. Kasım ayında, işgalci Alman güçleri kötü durumda
olsa da, zemin sertleşti ve tanklar hareket etmeye başladı. Bu, onları Rus
başkentine doğru ilerlemeye sevk etti. Stalin, Moskova’yı boşaltmayı
planlıyordu ancak General Zhukov, Japonların Rusya’ya saldırmayacakları
netleşince, Sibirya'dan yeni birlikler getirerek Stalin’i Moskova’da kalmaya
ikna etti. Almanlar Moskova'ya 30 kilometre kadar yaklaşabildiler; Kremlin’in
kısa bir süreliğine görünen silueti, onlara zaferin çok yakın olduğu izlenimini
verdi. Ancak işte o noktada, Zhukov, Kazakları saldırtarak Almanları geriye
püskürttü. Almanlar birkaç yüz kilometre geri çekildiler, sonra yeniden düzenlenip,
siper kazandılar. Savaş, Şubat ayına kadar devam etti ve yavaşça duraklama
noktasına geldi. Stalin her zamanki gibi kendini tutamayarak, Zhukov'un
kuvvetleri tek bir noktada yoğunlaştırma tavsiyesini dinlemeyip, tüm cephe
boyunca saldırıya geçilmesini istedi ve bu da daha fazla kazanımın kaybolmasına
sebep oldu. Alan Bullock, savaşın koşullarını “insan dayanıklılığının
sınırlarına getiren” bir ortam olarak tanımlamıştır. Buna rağmen Sovyet ordusu
hâlâ düzensiz, kötü yönetilen ve büyük kayıplar veren mantıksız cephe
saldırılarıyla savaşmaya devam ediyordu. Stavka (Sovyet Yüksek Komutanlığı)
savaş yönetimi konusunda hâlâ öğrenmesi gereken çok şeye sahipti ve Stalin'in
ani müdahaleleri işleri daha da zorlaştırıyordu. Tüm bunlara rağmen, Alman
tankları ilerlemeye devam etti ve artık Sovyetler’in başkenti Moskova görünür
hale gelmişti. Generallerin ortak görüşü (özellikle Guderian’ın) şehri ele
geçirmek ve kış bastırmadan önce savaşı bitirmekti. Eğer Moskova düşerse, ya
Sovyetler tamamen yenilecek ya da Asya içlerine çekilmek zorunda kalacaktı.
Daha pragmatik bir hesaplama ise şunu gösteriyordu: Ele geçirilen Moskova,
yorgun Alman ordusu için bir kış üssü olabilir ve güçlerini yeniden
toparlamalarına olanak tanıyabilirdi (Kaplan,2023).
Alman Hava Saldırıları, Şehrin
Enkaza Dönüşü ve İlk Çatışmalar
23 Ağustos 1942’de Alman
Luftwaffe birlikleri, Stalingrad’a büyük çaplı hava saldırıları düzenledi.
Gökyüzü, bombardıman uçaklarının gürültüsüyle yankılanırken, yüzlerce ton bomba
kentin üzerine yağdı. Bu saldırılar, Stalingrad’ı adeta bir enkaza çevirdi.
Binalar yerle bir olurken, binlerce sivil hayatını kaybetti. Şehirde geriye
yalnızca yanmış yapılar, harabe sokaklar ve külle kaplanmış bir manzara kaldı.
Ancak, Almanların tahmin ettiği
gibi bir teslimiyet yaşanmadı. Sovyetler, yıkılan şehirde savunma yapmayı
öğrendi. Enkaz hâline gelmiş binalar ve dar sokaklar, Sovyet askerleri için
doğal siperler haline geldi. Kızıl Ordu, gerilla taktikleri kullanarak sokak
çatışmalarına yöneldi. Alman birlikleri, kentin her köşesinde direnişle
karşılaşarak ilerlemekte zorlanmaya başladı.
Özellikle Volga Nehri
kıyısındaki bölgelerde çatışmalar yoğunlaştı. Almanlar, hızlı bir zafer
kazanmayı beklerken, sokak savaşlarının karmaşıklığı nedeniyle büyük kayıplar
verdi. Sovyet keskin nişancıları, kentin harabeleri arasına gizlenerek Alman
askerlerine ani saldırılar düzenliyordu. Mayınlar ve gizli pusu noktaları,
işgalci kuvvetleri yavaşlattı.
İlk günlerde Almanlar, ağır
bombardıman ve üstün ateş gücüyle avantajlı görünse de, Sovyetler’in kararlı
direnişi ve şehir savaşındaki ustalığı, savaşın gidişatını farklı bir noktaya
taşıdı. Stalingrad, sadece bir şehir olmaktan çıkıp, tarihin en kanlı ve çetin
mücadelelerinden birinin sahnesine dönüştü.
SONUÇ
Stalingrad Muharebesi, Alman 6. Ordusu’nun teslim olmasıyla 2 Şubat 1943’te
sona erdi ve bu, Nazi Almanyası’nın Doğu Cephesi’ndeki
gerileyişinin başlangıcı oldu. Hitler’in
savaş stratejisindeki en büyük hatalarından biri, Moskova yerine Stalingrad’a
odaklanması ve Sovyetler’in direncini küçümsemesi oldu. Savaşın
sonunda, Nazi ordusu 800.000’den fazla asker kaybederken, Sovyet tarafında
milyonlarca kayıp yaşandı. Ancak, bu zafer Sovyetler Birliği’nin moralini ve
savaş gücünü artırarak onları karşı saldırıya geçmeye teşvik etti.
Stalingrad, tarihte yalnızca bir
muharebe olarak değil, savaşın seyrini
değiştiren bir dönüm noktası
olarak anılmaktadır. Savaşın ardından Sovyetler Birliği, Nazi
işgaline karşı büyük bir psikolojik üstünlük kazandı ve Kızıl Ordu, Doğu Avrupa
boyunca ilerleyerek Berlin’e kadar ulaşan bir karşı saldırıyı başlattı. Bu
savaş aynı zamanda modern askeri stratejilerde şehir savaşlarının ne kadar
yıkıcı ve belirleyici olabileceğini gösterdi.
Sonuç olarak, Stalingrad, sadece
bir şehir savaşından ibaret değildi; II.
Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren, Nazi Almanyası’nın gerilemesini başlatan
ve Sovyetler Birliği’ni zafer yoluna sokan bir dönüm noktasıydı.
Hem askeri hem de insani boyutuyla, Stalingrad Muharebesi, tarihin en trajik
ama bir o kadar da önemli savaşlarından biri olarak hatırlanmaktadır.
KAYNAKÇA
Akins, W. (2004). Ghosts of Stalingrad (ATZL-SWD-GD). US Army Command and General Staff College.
Kadidal, A. (2011, June). Stalingrad Pocket: The Advance to Stalingrad and the Destruction of the Sixth Army.
Kaplan, R. M. (2023). Stalingrad: The hinge of history. How Hitler’s hubris led to the defeat of the Sixth Army. Commentary, 31(2).
Görseller;
https://www.historyhit.com/facts-about-the-battle-of-stalingrad/
https://germanwarmachine.com/commanders/hans-von-seeckt.html
https://warontherocks.com/2017/08/the-motherland-calls-the-battle-of-stalingrad-75-years-later/
https://www.aa.com.tr/tr/dunya/insanlik-tarihinin-en-buyuk-felaketi-2-dunya-savasi/2674182
Luftwaffe pilotları, RAF pilotlarının aldığı sürenin üçte biri kadar
eğitim aldı.
Amerikan pilotlarının aldığı sürenin ise beşte biri kadar eğitim
alabildiler.
Bundan daha da vahim olan, nitelikli personelin giderek azalmasıydı. Savaşın başlarında Luftwaffe, Almanya’nın en zeki ve en yetenekli gençlerini seçiyordu. Hatta Göring, savaş sonrası sorgusunda, "Luftwaffe, Almanya’nın en iyilerini aldı, denizaltılar ikinci sıradaydı, panzer birlikleri üçüncü sıradaydı" diyerek bu durumu açıkça ifade etti. Ancak savaş ilerledikçe pilot kayıpları artınca, daha genç ve yetersiz eğitimli personeller pilot olarak görevlendirilmeye başlandı. Bu da Luftwaffe’nin etkinliğini ciddi şekilde zayıflattı.
Ju-52 ve Hava Taşımacılığındaki Yetersizlikler
Alman Hava Kuvvetleri’nin hava taşımacılığı için seçtiği uçak Ju-52 idi. Bu uçak çok yönlü ve dayanıklıydı, ancak aslen taşımacılık ve pilot eğitimi için özel olarak tasarlanmamıştı. Luftwaffe, Ju-52’yi yeni bir eğitim uçağı ile değiştirmediğinden, hem eğitim hem de operasyonlar için aynı uçağı kullanmak zorunda kaldı.
1943’e kadar Ju-52’ye olan talepler sürekli arttı, ancak üretim bu ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Eğitime ayrılan uçaklar, hava taşımacılığı için kullanılan uçaklarla rekabet halindeydi. Bu da hem eğitim kalitesini düşürdü hem de hava taşımacılığı operasyonlarının verimini azalttı.
Luftwaffe’nin başarısızlığında hava taşımacılığı alanındaki organizasyon eksiklikleri ve eğitim sisteminin çöküşü büyük rol oynadı.
Bağımsız bir hava taşımacılığı filosu kurulmadığı için hava ikmal
operasyonları başarısız oldu.
Pilot eğitimi savaş ilerledikçe yetersiz hale geldi, müttefiklere kıyasla
büyük bir dezavantaj oluştu.
Ju-52 gibi çok amaçlı uçakların hem eğitim hem de operasyonlar için
kullanılması, üretimin talebi karşılamamasıyla daha da büyük bir soruna
dönüştü.
Bu faktörler birleşerek, Stalingrad’daki hava ikmal başarısızlığı ve Luftwaffe’nin savaşın ilerleyen dönemlerindeki çöküşüne doğrudan katkı sağladı (Akins,2004).
Hitler’in Ölümcül Yanılgısı: Moskova’yı Göz Ardı Etmek
1941 sonbaharında, Doğu Cephesi'nde Alman ordusunun savaş ruhu en yüksek seviyedeydi. 22 Haziran'da devasa "Barbarossa Operasyonu" sonrasında, Alman birlikleri kısa sürede Rus topraklarına 500 mil ilerlemişti; 1 Ekim itibarıyla cephe, kuzeyde Leningrad'dan güneyde Kırım Yarımadası'na kadar 1.490 mil uzunluğa ulaşmıştı. Bu ilerleyiş, pek çok Alman komutanının hayal bile edemeyeceği sonuçlar doğurmuştu: yıl sonuna kadar yalnızca esir alınan üç buçuk milyon Rus askerin yanı sıra, Josef Stalin’in ölümüne kadar savaşmaları için emrettiği askerlerin oluşturduğu dört milyon kayıp yaşanmıştı. Alman alt kademedeki askerler, düşmanın artık onlara gerçek bir mücadele sunmayacağına inanıyordu. Fakat düşmanın direncini büyük bir yanılgıyla hafife almışlardı. Temmuz ayının sonlarına doğru, "Moskova" yazılı pankartlar taşıyan Alman birlikleri Rus başkentine doğru ilerlerken, Rus yetkililer, önceki aylardaki aksaklıkları telafi etmek amacıyla yeni bir Sovyet Yüksek Komutanlığı olan Stavka'yı kurmak için yoğun bir şekilde çalışıyordu. Ağustos ayında, Alman birliklerinin karşısındaki cephelerde görev alması için üç yeni komutan atandı: Kuzey-Batı Cephesi için Mareşal Voroshilov, Batı Cephesi için Semyon Timoshenko ve Güney-Batı Cephesi için Seymon Budenny. Ayrıca, düşman hatlarının gerisinde görev yapacak ev bekçisi tugayları, işçi taburları ve direnişçi birlikler kurmak amacıyla emirler gönderildi. Bu girişimlerin temel amacı, Rusya’ya kritik derecede ihtiyaç duyulan zamanı kazandırmaktı; böylece Stalin, ülkenin devasa kaynaklarını savaş için seferber edebilir ve 16 milyon asker çağındaki vatandaşı orduya kazandırarak ordusunu yeniden güçlendirebilirdi. Başlangıçta saldırganların üç temel hedefi belirlenmişti: Kuzey’de Leningrad (Army Group North için), Orta’da Moskova (Field Marshal Fedor von Bock’un yönettiği Army Group Center için) ve Güney’de Rostov (General Gerd von Rundstedt’in liderliğindeki Army Group South için). Fakat her bölgede Alman hırslarına karşı inatçı bir direnişle karşılaşılmıştı. Moskova’ya giden yolda bulunan antik Smolensk kalesinde, Almanların Dördüncü Panzer Ordusu şehri kolaylıkla ele geçirmiş olsa da, şehirden yaklaşık 25-30 mil doğuda, Katyuşa roket füzeleri ve mayın tarlalarıyla desteklenen Sovyet ablukasıyla karşılaşmıştı. Bu hattın gerisinde, Rus birlikleri toparlanarak Moskova savunmasını yeniden organize etmeye başlamıştı. Hitler ise Moskova’ya karşı pek ilgili görünmüyordu; onun gözünde Rus başkenti sadece coğrafi bir kavramdı, gerçek bir güç merkezi olarak görmüyordu. Bunun yerine, göz alıcı petrol rezervlerine sahip Ukrayna'yı adeta göz ardı edemedi. Fakat bu, ölümcül bir hesap hatasıydı. Ukrayna’nın önemi tartışılmazdı; Kafkasya’daki petrol sahaları Alman ordusunun başarısı için hayati öneme sahipti, ancak Moskova’dan sonra geliyordu. Ünlü 19. yüzyıl askeri stratejisti Carl von Clausewitz, "Düşmanı eyaletlerini fethederek değil, gücünün kalbine inerek yere sermeliyiz" demişti. Hitler ise kendini Clausewitz’ten daha üstün bir stratejist olarak görüyordu. Tarih ise bu iddiasının ne kadar yanıldığını kanıtlayacaktı (Kadidal,2017).
Stalingrad: İnsanlık Tarihinin En Kanlı Savaşı ve Bir Dönüm Noktası
Stalingrad’da artık sokaklar
metreyle değil, cesetlerle ölçülüyordu. Şehir, gündüzleri dumanların gökyüzünü
kapladığı devasa bir yangın alanına dönüşmüştü. Geceleri ise alevlerin
kızıllığı altında yankılanan çığlıklar şehri cehenneme çeviriyordu. Hatta köpekler
bile bu korkunç ortamdan kaçmak için Volga Nehri’ne atlayıp karşı kıyıya
ulaşmaya çalışıyordu. Hayvanlar kaçıyordu, taşlar bile bu dehşete uzun süre
dayanamıyordu ama insanlar direnmek zorundaydı. 2 Şubat 1943’te, zayıf düşmüş,
dizanteriyle kıvranan ve yüzü tiklerle kasılan bir Alman Mareşali,
Stalingrad’da Sovyet güçlerine teslim oldu. General Şumilov’un karargâhına
götürüldüğünde, Sovyet subayları onun gerçekten bir mareşal olduğuna inanmakta
güçlük çekmiş ve rütbesini kanıtlamasını istemişti. Böylece, insanlık tarihinin
en kanlı savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren dönüm noktası
sona ermişti. Stalingrad’daki Alman yenilgisi tek bir kelimeyle özetlenebilir:
Kibir. 1942 yılına girerken, Hitler kendisini Napolyon’dan sonra Avrupa’nın en
büyük fatihi olarak görüyordu. İspanya’nın sessiz desteği, Polonya’nın doğu
sınırlarına kadar uzanan geniş imparatorluğu ve Dunkirk’ten yeni çıkmış, hâlâ
toparlanmaya çalışan bir Britanya ile Avrupa’da ona rakip olabilecek kimse
kalmamış gibiydi. Amerika ise kendi içine kapanmıştı. Hitler için tehdit
oluşturabilecek hiçbir güç görünmüyordu. Ancak Stalingrad, onun bu hatalı
özgüveninin bedelini tüm dünyaya gösterecekti. 22 Haziran 1941’de, tarihin
gördüğü en büyük ordu olan 3,3 milyon Alman askeri ve yarım milyon müttefik
güç, 1400 kilometrelik bir sınırı aşarak Sovyetler Birliği’ne saldırdı.
Barbarossa Harekâtı başlamıştı. Stalin, kendisine sunulan istihbarata inanmayı
reddetmiş ve generallerinin uyarılarını göz ardı etmişti. Bunun sonucunda
Sovyetler hazırlıksız yakalandı; yüz binlerce asker esir düştü (çoğu açlık ve
soğuktan hayatını kaybedecekti) ve Sovyet hava kuvvetleri daha havalanamadan
imha edildi. (Benzer bir taktik 1967’de İsrail Hava Kuvvetleri tarafından
tekrar edilecekti.) İlk şokla Stalin’in sinir krizi geçirdiği söylense de
birkaç gün içinde toparlanarak halkını Büyük Vatanseverlik Savaşı için seferber
etti. Alman ordusu kısa sürede yüzlerce kilometre ilerledi ve Rusların
yenilmesi an meselesi gibi görünüyordu. Hitler, "Kapıyı tekmelemek
yeterli, bu çürük yapı kendi kendine yıkılacak." diyerek zaferden emindi.
Ancak Almanlar için sorunlar baş göstermeye başladı. Lojistik hatlar çok
uzamıştı, ağır zırhlı araçlar için arazi uygun değildi ve Hitler’in ‘aşağı ırk’
olarak gördüğü Rus askerleri ölümüne savaşmaya kararlıydı.
Bu, Almanların daha önce karşılaşmadığı bir direnişti. Moraller bozuldu,
teçhizat arızalandı, yakıt sıkıntısı baş gösterdi ve kayıplar hızla arttı.
Hitler ve generalleri arasındaki gerilim giderek büyüdü ve bu, savaş boyunca
stratejik kararları felç eden bir zehir haline geldi. Sonunda General Kış
devreye girdi, Rusya'yı işgal etmenin zorluğunun tarihsel nedenlerinden biri.
Yollar önce çamura, sonra tamamen donmuş hale geldi (bu duruma rasputitsa
denir). Alman Genelkurmayı o kadar hızlı bir zafer bekliyordu ki kış
üniformaları bile temin edilmemişti. Askerler, kıyafetlerinin altına gazete
kağıtları sokarak ısınmaya çalıştılar ve etraflarındaki her şeyi yakmak zorunda
kaldılar. Motorlar dondu, tanklar ve uçaklar çalışmaz hale geldi, silahlar ateş
edemedi, açıkta kalan eller metal yüzeylere yapıştı ve binlerce asker donma
nedeniyle hayatını kaybetti. Kasım ayında, işgalci Alman güçleri kötü durumda
olsa da, zemin sertleşti ve tanklar hareket etmeye başladı. Bu, onları Rus
başkentine doğru ilerlemeye sevk etti. Stalin, Moskova’yı boşaltmayı
planlıyordu ancak General Zhukov, Japonların Rusya’ya saldırmayacakları
netleşince, Sibirya'dan yeni birlikler getirerek Stalin’i Moskova’da kalmaya
ikna etti. Almanlar Moskova'ya 30 kilometre kadar yaklaşabildiler; Kremlin’in
kısa bir süreliğine görünen silueti, onlara zaferin çok yakın olduğu izlenimini
verdi. Ancak işte o noktada, Zhukov, Kazakları saldırtarak Almanları geriye
püskürttü. Almanlar birkaç yüz kilometre geri çekildiler, sonra yeniden düzenlenip,
siper kazandılar. Savaş, Şubat ayına kadar devam etti ve yavaşça duraklama
noktasına geldi. Stalin her zamanki gibi kendini tutamayarak, Zhukov'un
kuvvetleri tek bir noktada yoğunlaştırma tavsiyesini dinlemeyip, tüm cephe
boyunca saldırıya geçilmesini istedi ve bu da daha fazla kazanımın kaybolmasına
sebep oldu. Alan Bullock, savaşın koşullarını “insan dayanıklılığının
sınırlarına getiren” bir ortam olarak tanımlamıştır. Buna rağmen Sovyet ordusu
hâlâ düzensiz, kötü yönetilen ve büyük kayıplar veren mantıksız cephe
saldırılarıyla savaşmaya devam ediyordu. Stavka (Sovyet Yüksek Komutanlığı)
savaş yönetimi konusunda hâlâ öğrenmesi gereken çok şeye sahipti ve Stalin'in
ani müdahaleleri işleri daha da zorlaştırıyordu. Tüm bunlara rağmen, Alman
tankları ilerlemeye devam etti ve artık Sovyetler’in başkenti Moskova görünür
hale gelmişti. Generallerin ortak görüşü (özellikle Guderian’ın) şehri ele
geçirmek ve kış bastırmadan önce savaşı bitirmekti. Eğer Moskova düşerse, ya
Sovyetler tamamen yenilecek ya da Asya içlerine çekilmek zorunda kalacaktı.
Daha pragmatik bir hesaplama ise şunu gösteriyordu: Ele geçirilen Moskova,
yorgun Alman ordusu için bir kış üssü olabilir ve güçlerini yeniden
toparlamalarına olanak tanıyabilirdi (Kaplan,2023).
Alman Hava Saldırıları, Şehrin
Enkaza Dönüşü ve İlk Çatışmalar
23 Ağustos 1942’de Alman Luftwaffe birlikleri, Stalingrad’a büyük çaplı hava saldırıları düzenledi. Gökyüzü, bombardıman uçaklarının gürültüsüyle yankılanırken, yüzlerce ton bomba kentin üzerine yağdı. Bu saldırılar, Stalingrad’ı adeta bir enkaza çevirdi. Binalar yerle bir olurken, binlerce sivil hayatını kaybetti. Şehirde geriye yalnızca yanmış yapılar, harabe sokaklar ve külle kaplanmış bir manzara kaldı.
Ancak, Almanların tahmin ettiği gibi bir teslimiyet yaşanmadı. Sovyetler, yıkılan şehirde savunma yapmayı öğrendi. Enkaz hâline gelmiş binalar ve dar sokaklar, Sovyet askerleri için doğal siperler haline geldi. Kızıl Ordu, gerilla taktikleri kullanarak sokak çatışmalarına yöneldi. Alman birlikleri, kentin her köşesinde direnişle karşılaşarak ilerlemekte zorlanmaya başladı.
Özellikle Volga Nehri kıyısındaki bölgelerde çatışmalar yoğunlaştı. Almanlar, hızlı bir zafer kazanmayı beklerken, sokak savaşlarının karmaşıklığı nedeniyle büyük kayıplar verdi. Sovyet keskin nişancıları, kentin harabeleri arasına gizlenerek Alman askerlerine ani saldırılar düzenliyordu. Mayınlar ve gizli pusu noktaları, işgalci kuvvetleri yavaşlattı.
İlk günlerde Almanlar, ağır bombardıman ve üstün ateş gücüyle avantajlı görünse de, Sovyetler’in kararlı direnişi ve şehir savaşındaki ustalığı, savaşın gidişatını farklı bir noktaya taşıdı. Stalingrad, sadece bir şehir olmaktan çıkıp, tarihin en kanlı ve çetin mücadelelerinden birinin sahnesine dönüştü.
SONUÇ
Stalingrad Muharebesi, Alman 6. Ordusu’nun teslim olmasıyla 2 Şubat 1943’te sona erdi ve bu, Nazi Almanyası’nın Doğu Cephesi’ndeki gerileyişinin başlangıcı oldu. Hitler’in savaş stratejisindeki en büyük hatalarından biri, Moskova yerine Stalingrad’a odaklanması ve Sovyetler’in direncini küçümsemesi oldu. Savaşın sonunda, Nazi ordusu 800.000’den fazla asker kaybederken, Sovyet tarafında milyonlarca kayıp yaşandı. Ancak, bu zafer Sovyetler Birliği’nin moralini ve savaş gücünü artırarak onları karşı saldırıya geçmeye teşvik etti.
Stalingrad, tarihte yalnızca bir
muharebe olarak değil, savaşın seyrini
değiştiren bir dönüm noktası
olarak anılmaktadır. Savaşın ardından Sovyetler Birliği, Nazi
işgaline karşı büyük bir psikolojik üstünlük kazandı ve Kızıl Ordu, Doğu Avrupa
boyunca ilerleyerek Berlin’e kadar ulaşan bir karşı saldırıyı başlattı. Bu
savaş aynı zamanda modern askeri stratejilerde şehir savaşlarının ne kadar
yıkıcı ve belirleyici olabileceğini gösterdi.
Sonuç olarak, Stalingrad, sadece
bir şehir savaşından ibaret değildi; II.
Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren, Nazi Almanyası’nın gerilemesini başlatan
ve Sovyetler Birliği’ni zafer yoluna sokan bir dönüm noktasıydı.
Hem askeri hem de insani boyutuyla, Stalingrad Muharebesi, tarihin en trajik
ama bir o kadar da önemli savaşlarından biri olarak hatırlanmaktadır.
KAYNAKÇA
Akins, W. (2004). Ghosts of Stalingrad (ATZL-SWD-GD). US Army Command and General Staff College.
Kadidal, A. (2011, June). Stalingrad Pocket: The Advance to Stalingrad and the Destruction of the Sixth Army.
Kaplan, R. M. (2023). Stalingrad: The hinge of history. How Hitler’s hubris led to the defeat of the Sixth Army. Commentary, 31(2).
Görseller;
https://www.historyhit.com/facts-about-the-battle-of-stalingrad/
https://germanwarmachine.com/commanders/hans-von-seeckt.html
https://warontherocks.com/2017/08/the-motherland-calls-the-battle-of-stalingrad-75-years-later/
https://www.aa.com.tr/tr/dunya/insanlik-tarihinin-en-buyuk-felaketi-2-dunya-savasi/2674182
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder