12 Ocak 2025 Pazar

EKONOMİK YARDIM MI, STRATEJİK HAMLE Mİ? MARSHALL PLANI ÜZERİNE

 


GİRİŞ

   II. Dünya Savaşı sonrası dünya, yıkımın ve kaosun izlerini taşırken, yeniden yapılanma kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmişti. Avrupa'nın ekonomik çöküşü, sadece bu kıta için değil, küresel istikrar için de ciddi bir tehdit oluşturuyordu. İşte tam bu noktada, Amerika Birleşik Devletleri'nin başlattığı Marshall Planı, yalnızca ekonomik bir yardım değil, aynı zamanda Soğuk Savaş'ın ilk büyük hamlelerinden biri olarak şekillendi. Bu yazıda, Marshall Planı’nın Avrupa’nın yeniden inşasındaki rolünü, Türkiye gibi ülkeler üzerindeki etkilerini ve bu süreçte ortaya çıkan ekonomik ve politik dönüşümleri inceleyeceğiz.

MARSHALL PLANI NEDEN VE NASIL ORTAYA ÇIKTI

  Marshall Planı, II. Dünya Savaşı'nın ardından Amerika Birleşik Devletleri tarafından Avrupa'nın yeniden yapılandırılması amacıyla 1948 yılında başlatılan bir yardım programıdır. Resmî adıyla European Recovery Program (ERP), 13 milyar dolarlık (bugünün parasıyla yaklaşık 130 milyar dolar) bir mali destek sunmuş, bu da savaşın tahribatından ağır şekilde etkilenmiş Avrupa ülkelerinin ekonomik kalkınmalarına önemli ölçüde katkı sağlamıştır.

   Plan, dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı George C. Marshall'ın liderliğinde şekillenmiş ve hem savaşın neden olduğu yıkımın ardından Avrupa'nın toparlanmasına yardımcı olmayı hem de Sovyetler Birliği'nin etkisini engellemeyi amaçlamıştır. Ancak, yalnızca ekonomik bir destekten çok daha fazlasını ifade ediyordu; Marshall Planı, Batı Avrupa'nın yeniden düzenlenmesiyle birlikte, Amerika'nın Sovyetlere karşı ideolojik ve ekonomik bir üstünlük kurmasının ilk adımlarından biriydi.

II. Dünya Savaşı'nın ardından Avrupa ülkeleri büyük bir ekonomik çöküntüye uğramıştır. Bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa'ya yardım göndermeye karar almıştır. Yardımın temel amacı, savaşın yol açtığı olumsuz etkilerden dolayı zayıflayan Avrupa ekonomilerinin yeniden toparlanmasını sağlamaktır. Amerika'nın bu yardımları sunmasında çeşitli nedenler bulunmaktadır. Bu yardımlar sayesinde Amerika, ticaret yapabileceği yeni pazarlar edinmiş ve gelişen Avrupa ekonomileri, uluslararası ticaretle uyumlu hale gelmiştir. Sonuç olarak, Amerika Birleşik Devletleri, bu ülkelerle daha fazla ihracat yapma imkânına kavuşmuştur (Arkes, 2015, aktaran, Uzunkaya,2019). Ekonomik faktörlerin yanı sıra, Amerika Birleşik Devletleri tarafından yapılan yardımların politik sebepleri de önemli bir yer tutmaktadır. II. Dünya Savaşı'nın ardından komünizm, dünya genelinde hızla yayılan bir ideoloji haline gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri, bu yönetim biçimine karşı çıkmış ve dünya genelinde komünizmin yayılmaması için siyasi adımlar atmayı hedeflemiştir. Bu bağlamda, Avrupa ülkelerine yapılan ekonomik yardımlar, söz konusu ülkelerin komünizmden uzaklaşmalarını sağlamayı amaçlamıştır (Bischof vd., 2018; Rosamond, 2017, aktaran, Uzunkaya,2019). Belirtilen dönemde, komünizmi benimseyen Sovyetler Birliği, hem ekonomik hem de siyasi açıdan önemli bir güç kazanmaya başlamıştır. Bu süreçte, Sovyetler Birliği'nin etkisi altına giren birçok ülke olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği'nin bu yükselişinden rahatsızlık duymuş ve bu etkiyi sınırlamak amacıyla harekete geçmiştir. Özellikle, Fransa, İtalya ve Almanya gibi güçlü Avrupa ülkelerinde komünizmin yayılmasını engellemeye çalışmıştır. Marshall Planı, bu hedefe ulaşmak için kritik bir rol oynamıştır (Franz, 2016, aktaran, Uzunkaya,2019).

MARSHALL PLANI'NIN İÇERİĞİ
   Amerika, Avrupa'nın yeniden inşası için başlangıçta sınırlı iki taraflı krediler, IMF aracılığıyla uygulanacak istikrar programları ve BM ile Dünya Bankası tarafından finanse edilecek bir Yeniden İmar Planı uygulamayı planlamıştır. Ancak, artan ekonomik istikrarsızlıklar, daha geniş kapsamlı bir çözüm geliştirilmesi gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu nedenle, çözüm olarak tüm Avrupa'yı kapsayacak bir yardım programı oluşturulmasına karar verilmiştir. Amaç, Avrupa'da ekonomik entegrasyonu sağlamak ve hızlı bir şekilde yeniden yapılanmayı gerçekleştirmektir. Amerika, Gayri Safi Milli Hasılası'nın (GSMH) %2'sini transfer ederek Avrupa'nın ekonomik kalkınmasını sağlamayı hedeflemiştir. Ekonomik serbestleşmeyi teşvik etmek ve ticareti yaygınlaştırmak amacı güden bu plan, adından da anlaşılacağı üzere, “yardım etme” olarak tanımlanmış olsa da, aslında temel hedefi Amerikan üretiminin Avrupa'da pazar bulabilmesi için Avrupa'nın talep edebilir bir ekonomik duruma gelmesini sağlamaktı. Belirlenen hedeflere ulaşmak için hızla adımlar atılmıştır. 5 Mart 1947'de Türkiye ve Yunanistan'a yönelik ekonomik ve askeri yardımların görüşülmesinin ardından, bir kurul oluşturulmuştur. Bu kurul, yardım yapılacak ülkeleri belirlemiş, yardımlar için kaynak arayışına girmiş ve yardımın başarısız olması durumunda ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçları incelemiştir. Kurul, ilk raporunda, komünizmin tehdit oluşturduğunu ve Amerika'nın yardımlarıyla Batı Avrupa'nın yeniden yapılandırılması gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca, George Kennan'ın başkanlığında bir çalışma grubu kurulmuş ve bu grup, George Marshall'a sunduğu ilk raporunda, Amerika'nın Avrupa'da yoğun bir faaliyet başlatmasını önermiştir. Avrupa'nın yeniden inşası yalnızca ekonomik ihtiyaçlarla değil, aynı zamanda stratejik gerekliliklerle de zorunlu hale gelmiştir. 

Amerika için Avrupa, "düşman kutbun" kontrolüne girmemesi gereken önemli bir arz ve emek kaynağı, aynı zamanda bir sanayi merkezi olarak görülüyordu. Çünkü Amerika, ekonomik ve siyasi güç dengesini sağlamakta zorlanırsa, bu bölge Sovyetler Birliği'nin genişlemesine açık bir hale gelebilirdi. Plan, belirlenen şartlar nedeniyle Amerika'ya diğer ülkelerin plan ve uygulamalarını denetleme kolaylığı sunmuş ve beğenmediği her noktaya müdahale etme imkânı sağlamıştır. Bu müdahale sadece ekonomik alanla sınırlı kalmamış, yardım alan ülkelerin siyasetlerine de sirayet etmiştir. Amerika, ulusal çıkarlarıyla çelişkili bir durum gördüğünde yardımı kesme hakkına sahip olduğundan, bu durum yardım alan hükümetleri Amerika'ya karşı daha uysal hale getirmiştir. Planın uygulanmasıyla, stratejik ürünlerin Doğu ülkelerine gönderilmesi yasaklanmış, böylece Doğu ile Batı arasındaki ticaret ilişkileri büyük ölçüde kesilmiş; Batı ülkeleri ise büyük oranda Amerika'ya borçlanarak ekonomik anlamda bu ülkeye bağlı hale gelmiştir. Marshall Planı'nın uygulanma sebebinin ekonomik boyutu şu şekilde özetlenebilir: Dünya ekonomisinin gerçek anlamda dengede olması, bu dengenin fiyat istikrarı ve tam istihdamı sürekli olarak sağlayan güçlü milli ekonomilere dayanmasına bağlıdır. Klasik iktisat teorisinin savunduğu gibi, piyasaların kendiliğinden dengeye gelmesi mümkün olmamış ve bunun en belirgin örneği, 1929 Dünya Buhranı'nda görüldüğü gibi, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" yaklaşımıyla piyasa normale dönememiştir (Altun,2007).

MARSHALL PLANI'NIN ETKİLERİ

   "Direkt Yardım" (Direct Aid) adı altında Amerika'dan doğrudan sağlanan dolar tahsisleri iki şekilde uygulanmaktadır. Bu yardımlar ya ödünç olarak sağlanır ya da hibe şeklinde verilir (Manioğlu, 1949, aktaran, Ay,2021). Ödünç olarak alınan yardımlar 1952 yılından itibaren ödenmeye başlanacaktır ve bu yardımların faiz oranı %2,5'tir. Hibe şeklinde verilen yardımların ise gelecekte ABD'ye geri ödenmesi söz konusu değildir. Bu yardımlar aracılığıyla temin edilen mal ve hizmetlerin tamamı karşılığında, yardımdan yararlanan ülkenin merkez bankası, kendi milli parasıyla bir karşılık fonu ayırmak zorundadır. Bu fonlar, ECA'nın izniyle kamu yararına yönelik projelerde kullanılabilir (Oğuz, 1966, aktaran, Ay,2021). Tiraj hakları, Avrupa ülkelerinin birbirleriyle ticaret ilişkilerini geliştirmek amacıyla düşünülmüş ve düzenlenmiştir. Bu haklar sayesinde katılan ülkeler birbirlerinden mal ithal eder ve ödemelerini ABD’den dolar olarak alırlar (Manioğlu, aktaran,Ay,2021). Endirekt yardım olarak adlandırılan tiraj yardımı, başka bir deyişle katılan ülkelerin birbirlerine yapacakları ihracat ve ithalat işlemleri için sağlanan bir tür yardımdır (Dik, 2008,aktaran,Ay,2021). Teknik yardım kapsamında ise Marshall Planı’ndan yararlanan devletler, Amerika’dan getirecekleri teknik uzmanlarla birlikte, bu ülkelerin staj veya araştırma gibi nedenlerle yurt dışına gönderecekleri kişilerin gittikleri ülkelerdeki zorunlu masraflarını karşılamaktadır. Burada ödenen dolar karşılığı, o ülkenin parasının %95’inin tiraj hakları gibi bir fona yatırılmalı ve ayni olarak harcanmalıdır (Oğuz, 1966,aktaran, Ay,2021). 1948-1952 yılları arasında Türkiye’ye Marshall Planı çerçevesinde yapılan toplam yardım, tüm Marshall yardımlarının sadece binde 36’sına denk gelen 352 milyon dolar civarındaydı. Bu tutarın 175 milyon doları, Amerika’dan mal satın alınması için yapılan doğrudan yardımlar iken, geri kalan 177 milyon dolar ise OECD ülkelerinden mal satın alınması için tahsis edilen dolaylı yardımlardı. Bu yardımlar, aynı dönemde Türkiye’ye yapılan 687 milyon dolarlık Amerikan askeri yardımlarının gerisinde kalmıştır.Amerikalı uzmanların görüşlerine dayanarak, bu yardımların yaklaşık %60’ı tarım sektörünün geliştirilmesine yönlendirilmiştir. Öncelikle, tarım makinelerinin modernize edilmesi amacıyla iki bin yeni traktör ithal edilmiş, kaliteli tohum ve gübre kullanımı yaygınlaştırılmış, silo ve soğuk hava depolarının kullanımı artırılmış, ayrıca sulama tesisatlarının inşası için çalışmalar başlatılmıştır (Özer, 2014, aktaran, Ay,2021). Tarımsal alanda yaşanan makineleşme, rekoltenin artmasına yol açmıştır. 

Ayrıca kırsal üretim bölgelerini ticaret merkezlerine bağlayacak yeni yolların yapımına başlanmış ve bu sayede tarım ürünlerinin pazara ulaşması sağlanırken, Türkiye’nin coğrafi yapısı bütünleşmiş bir pazar haline gelmiştir. Uygulanan politikalar sonucunda ekim alanları genişlemiş, Türkiye, endüstriyel tarım ürünlerinde uzmanlaşmaya başlamış ve tarımsal üretim ile tarım ürünlerinin ihracatı artmıştır (Bozkurt ve Aytar, 2015, aktaran, Ay, 2021). 1953’te Türkiye, dünyanın en büyük buğday üreticilerinden biri olmuştur. Ancak, tarım aletlerinin yurtdışından temin edilmesi, tıpkı Amerikan askeri yardımlarında olduğu gibi Türkiye’nin dışa bağımlılığını artırmıştır. Bu nedenle, uzun vadede yardım yoluyla sağlanan kaynakların büyük bir kısmı dolaylı olarak ABD’ye geri dönmüştür. Türkiye’nin bu dönemde yaşadığı dönüşümün tamamen Marshall Yardımları’na dayandırılması yanıltıcı olacaktır. Türkiye, zorlayıcı bir etken olmasa da, Amerikalı uzmanların önerdiği şekilde kendi öz kaynaklarını kullanmıştır. Örneğin, Türkiye’nin 1949 yılı bütçesinde yatırımlar için ayrılan 523 milyon liranın 225 milyon lirası karayolu yatırımlarına, 125 milyon lirası liman ve rıhtım inşasına ayrılırken, imalata ayrılan pay yalnızca 28 milyon lira olmuştur (Oran, 2002, aktaran, Ay,2021). Marshall Yardımları, savaşın yol açtığı tahribatı gidermeyi hedeflerken, hükümetin ulaşım politikasındaki değişim Türkiye’de karayollarının hızlı gelişmesine olanak sağlamış, ancak deniz ve demiryolu ulaşımı ihmal edilmiştir. 1950 yılına kadar demiryolunu destekleyecek bir bütünleşik sistem olarak kabul edilen karayolları, bu tarihten sonra esas ulaşım sistemi haline gelmiştir (Çetin vd., aktaran, Ay,2021).

   Sonuç olarak, Türkiye Marshall Planı’ndan beklediğinden çok daha az yararlanabilmiştir. Yardımların kullanım alanları ve Türk ekonomisinin yeni hedefleri, Amerikalı uzmanlar tarafından belirlenmiştir. Bunun sonucu olarak, Truman Doktrini ile gelen yardımlar gibi Marshall Yardımları da, 1950’lerin başından itibaren Türkiye’nin dışa bağımlılığının artmasına yol açan önemli bir dönemeç olmuştur. Türkiye, aynı dönemde Marshall Planı'ndan yararlanan diğer Avrupa ülkelerinin aksine, planın olumsuz etkilerinden kurtulamamıştır. Türkiye’de kredilerin verimsiz kullanımı, uluslararası ilişkilerdeki yetersizlikler ve dünyadaki dönüşümlere uyum sağlanamaması gibi faktörler, ulusal ve uluslararası politikaların etkin bir şekilde yürütülemez hale gelmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, Marshall Planı; Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Türkiye’de ekonomik alanda uygulanan Kemalist politikalardan sapmanın bir aracı olmuş ve ülkenin dışa bağımlılığını artıran bir plan olarak devreye girmiştir (Ay,2021).

ELEŞTİRİLER VE ZORLUKLAR 

   Truman Doktrini, Türkiye açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu doktrin, Türk dış politikasında devrim niteliğinde değişikliklere yol açmıştır. Başlangıçta, Türk devlet adamları Doktrin’i, Türkiye ile ABD arasında sıcak ilişkilerin gelişmesine ve Sovyet taleplerinin reddedilmesine yardımcı bir unsur olarak görmüşlerdir. Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’daki politikaları karşısında, İngiltere’nin de etkisiyle, 1940'ların sonlarından 1960'lara kadar Türkiye, tamamen Batı ve özellikle Amerika ile paralel bir dış politika izlemiştir. Bu dönemde, Amerikan askeri yardımı kapsamında Türkiye’ye verilen malzemenin bakım ve yedek parça giderlerinin Türkiye bütçesinden karşılanması, Türk ekonomisinde zorluklara yol açtı. Amerika’dan gelen yardımın bakım ve yedek parça giderleri için Türkiye’nin bütçesinden her yıl yaklaşık 145 milyon dolar ayrılması gerekiyordu. Bu durum, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrası sahip olduğu döviz stokunun hızla tükenmesine neden oldu. Artan ithalatla birlikte dolar sıkıntısı büyüdü ve Türkiye’nin dış ticaret dengesi bozuldu (Oran, 2002, aktaran, Ertem,2009). Amerika’nın yaptığı askeri yardımın niteliği de tartışmaya açıldı. Bir başka bakış açısına göre, askeri yardımın büyük kısmı, II. Dünya Savaşı’nda kullanılmış, ömrü tükenmek üzere olan, hasarlı ve ABD tarafından artık kullanılmayan silahlar ve malzemelerdi. Yardımın yalnızca çok küçük bir bölümü modern ve kullanılmamıştı. Daha da önemlisi, bu silah ve malzemelerin mülkiyeti, Temmuz 1947 Antlaşması’nın 4. maddesi gereği ABD’ye aitti ve ABD’nin onayı olmadan Türkiye bu malzemeleri kullanamayacaktı. Bu madde, 1964’te Kıbrıs’taki olaylar nedeniyle Türkiye, Kıbrıs’a askeri müdahale etmek için Amerikan yardımıyla gelen silahları kullanmak istediğinde kritik bir rol oynayacaktı ve Amerika, Türkiye’nin bu silahları Kıbrıs’ta kullanmasına izin vermeyecekti. Ayrıca, ABD gerektiğinde bu yardımla gönderdiği silah ve malzemeyi geri alma hakkına da sahipti. Amerikan yardımı, bu özellikleriyle de tartışmaların odağı oldu (Cem, 1989, aktaran, Ertem,2009). Türkiye, 1948-1952 yılları arasında, Truman Doktrini'nin yanı sıra Marshall Planı çerçevesinde ABD'den önemli ekonomik yardımlar aldı. Bu dönemde Türkiye’ye gönderilen Amerikalı uzmanların görüşleri doğrultusunda, alınan yardımların yüzde 60'ı tarım sektöründe kullanıldı. Bu sayede, 1950'lerin başlarına gelindiğinde Türkiye, dünyanın önde gelen buğday üreticilerinden biri haline geldi. Ancak, tarım aletlerinin yurtdışından temin edilmesi nedeniyle, bakım-onarım ve yedek parça maliyetleri Türkiye'nin dış ticaret dengesini olumsuz etkiledi. Uzun vadede, bu yardımla gelen kaynakların büyük bir kısmı dolaylı yoldan ABD’ye geri dönmüş oldu. ABD, yardımların karayollarının geliştirilmesinde de kullanılmasını talep etti. Bunun sonucunda, karayolu yapımına, demiryolu yapımına kıyasla daha fazla öncelik verildi. Karayollarının iyileşmesiyle birlikte, Türkiye’ye ithal edilen yabancı otomobil ve otobüslerin sayısı arttı, bu da petrol ihtiyacını yükseltti. Türkiye'nin Marshall Planı çerçevesinde aldığı ekonomik yardımın miktarı ise tartışma konusu oldu. Türkiye'nin aldığı yardım, tüm Marshall yardımlarının yalnızca binde 36’sına denk geliyordu (Oran,2002, aktaran, Ertem,2009). Truman Doktrini ve Marshall Planı süreci, Türkiye’nin sosyal yaşamında da büyük etkiler yarattı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Türk kamuoyundaki imajı güçlendi. Amerikan mallarını kullanmak prestijli bir hal aldı ve Amerikan çizgi romanlarıyla çocuklar, Amerikan kahramanlarını benimsediler. Bu süreçte, Türk halkı arasında Amerika’ya karşı büyük bir ilgi ve hayranlık oluştu. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra, Türkiye, Truman Doktrini ve Marshall Planı sayesinde Sovyet taleplerini geri çevirmeyi başardı. Bu süreç, Sovyetler Birliği'ne karşı Türkiye’nin güvenliğini belirli bir dönem için sağladı. Yapılan askeri yardımlar, büyük ölçüde ABD için eski sayılabilecek malzeme ve silahlardan oluşsa da, Türk Ordusu’nun modernizasyonunu sağladı. Ayrıca, Marshall Planı ile tarıma yapılan yatırımlar, tarımda kullanılan malzemenin kalitesini ve teknolojisini artırarak, Türkiye'nin tarımsal üretiminde büyük bir artışa yol açtı.Truman Doktrini ve Marshall Planı süreci, Türkiye’nin iç ve dış dengelerinde önemli değişimlere neden olurken, Soğuk Savaş dönemi boyunca Türkiye'nin yönünü belirleyen temel bir etken oldu.

SONUÇ

   Marshall Planı, Avrupa'nın savaşın yarattığı enkazdan çıkarak ekonomik ve sosyal bir yeniden doğuş yaşamasını sağlarken, Soğuk Savaş’ın ideolojik ve stratejik çekişmesinde de önemli bir araç oldu. Türkiye için ise plan, ekonomik modernizasyonun yanı sıra, Amerika’ya bağımlılığı artıran bir dönemin başlangıcıydı. Tarımda makineleşme ve altyapı gelişmeleri gibi kazanımlar sağlansa da, uzun vadede bu yardımlar, ulusal politikalara dış müdahaleleri de beraberinde getirdi. Marshall Planı’nın mirası, sadece ekonomik boyutuyla değil, uluslararası ilişkilerde yarattığı kalıcı etkilerle de günümüze ışık tutmaya devam ediyor.


KAYNAKÇA

Altun, U. (2007). Marshall yardımı ve Türkiye (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara.

Aya, İ. C. (2021). Marshall "yardımları": Türkiye’nin dışa bağımlılık sürecine etkileri. Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2(1), 53–64.

Ertem, B. (2009). Türkiye-ABD ilişkilerinde Truman Doktrini ve Marshall Planı. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 12(21), 377–397.

Uzunkaya, S. Ş. (2019). İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ekonomisi ve Marshall Planı'nın ekonomiye etkisi. Ekonomi, İşletme ve Maliye Araştırmaları Dergisi, 1(3), 176–185.

Görseller;

https://gercektarih.com.tr/marshall-yardimini-ilk-kim-aldi

https://rasthaber.com/en/post/dusunce/marshall-plani-ve-ekmek-127735

https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kultur-sanat/marshall-yardimiyla-turkiyeye-gelmisti-simdi-muzede-1058151

https://anlatilaninotesi.com.tr/20230403/marshall-planinin-75-yili-abd-turkiyenin-kendi-kendine-yetebilen-bir-ulke-olmasini-engelledi-1069119739.html

https://www.indyturk.com/node/183471/k%C3%BClt%C3%BCr/k%C3%BC%C3%A7%C3%BCk-amerika-yolunda-feda-edilen-b%C3%BCy%C3%BCk-t%C3%BCrkiye-truman-doktrini-ve-abd-yard%C4%B1mlar%C4%B1

https://yedikita.com.tr/yardimdan-kiskaca-giden-yol-truman-doktrini-marshall-plani/

https://www.haberhurriyeti.com/foto/3344866/turkiyede-zeytin-dusmanliginin-tarihi

https://www.loc.gov/item/2015645200

 












9 Ocak 2025 Perşembe

İŞÇİ HAREKETİNİN DÖNÜM NOKTASI:1905'İN KANLI PAZARI

 

"... Bu kadar çalışıyoruz, elimizde yoksulluk, açlık ve hastalıktan başka ne geçiyor? Her şey bize karşı. Günden güne çalışmaktan çatlıyoruz, soğuktan, açlıktan geberiyoruz. Her zaman derin, kara bir aldatma çamuru içinde boğuluyoruz. Kendi emeğimizin mahsulünü başkalarına yedirmek zorunda kalıyoruz. Bilgisizlik ta ruhumuzun derinliklerine işlemiş, her şeyden korkuyoruz, herkesten alçak duruyoruz. Yaşayışımız bir gece, hem de karanlık bir gece!" 
(Gorki/Ana)

GİRİŞ 
Tarih sahnesinde bazı anlar vardır ki bir devrin sonunu ve yeni bir dönemin başlangıcını haber verir. 22 Ocak 1905'te (eski takvime göre 9 Ocak), Çarlık Rusya'sının kalbi St. Petersburg'da yaşanan "Kanlı Pazar", bu kritik anlardandır. Rahip George Gapon'un önderliğinde Çar'ın adaletine sığınma umuduyla harekete geçen on binlerce işçi ve aileleri, barışçıl bir dilekçe teslim etmek için Kışlık Saray'a yürümeye başlamıştı. Ancak bu barışçıl yürüyüş, çarlık rejiminin karanlık yüzünü gösteren kanlı bir bastırma eylemi ile sonuçlandı. İşçilerin talepleri, sadece daha iyi yaşam koşulları ve çalışma şartlarına odaklanmış olsa da bu olay 1905 Rus Devrimi'nin fitilini ateşledi. 



Kanlı Pazarın Arka Planı 

1905 Devrimi'nin dönüm noktalarından biri olarak kabul edilen bir gün varsa, bu kesinlikle 22 Ocak 1905'tir (Eski takvime göre 9 Ocak 1905). "Kanlı Pazar" adıyla tarihe geçen bu olay, 1905 Rus Devrimi'nin başlangıcı olarak görülür. O gün, Rahip George Gapon'un önderliğinde işçilerden ve ailelerinden oluşan büyük bir kalabalık, Çar'a dilekçe sunmak amacıyla Petersburg'daki Kışlık Saray'a doğru barışçıl bir yürüyüş başlatmıştır. Göstericiler, dilekçelerinde "Küçük Peder" diye hitap ettikleri Çar'dan alçakgönüllü bir üslupla çeşitli taleplerini iletmek istemiştir. Bu talepler arasında herkes için eğitim, sivil hakların tanınması, günlük çalışma süresinin sekiz saate indirilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve işçi maaşlarının artırılması yer alıyordu. Ayrıca, tüm toplumsal sınıfların temsil edileceği bir meclisin kurulması da bu istekler arasında bulunuyordu (Saygılı,2012).

1905 Devrimi'nin temelleri ve nedenleri, Kırım Savaşı'ndan (1853-1856) sonraki dönemde gerçekleştirilen reformlara ve bu reformların yol açtığı gelişmelere kadar uzanır. Bu reformlar arasında en önemlisi, Rus köylülerinin yaşamını iyileştirmesi umut edilen, ancak beklenen sonucu vermeyen 1861'de serfliğin kaldırılmasıdır. Çar II. Aleksandr, serfliği kaldırarak hantal ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirmek, aynı zamanda köylerde artan ayaklanmaları sona erdirmek istemiştir. Ancak bu ayaklanmaların temelinde, Kırım Savaşı sırasında gönüllü olarak orduya katılan serflikten azat edileceği yönündeki söylentiler yatıyordu. Çar I. Nikolay'in ölümünden sonra bu tür isyanlar daha da artış göstermiştir. Örneğin, Ryazan bölgesinde başlayan ayaklanmalar, Tambov, Vladimir, Simbirsk,Saratov, Voronezh, Nijni-Novgorod ve Penza gibi birçok bölgede de yaygınlaşmıştır. Seferberlikle ilgili bildiriler, özellikle Kiev bölgesindeki Kazaklar tarafından, orduda görev almaları durumunda aristokratların otoritesinden kurtulacakları şeklinde yorumlanmıştır. Bu tür olayların kontrolden çıkması üzerine, yerel idari otoriteler düzeni sağlamak için askeri birlikleri yardımına başvurmak zorunda kalmıştır. Çar II. Aleksandr, büyüyen toplumsal huzursuzlukların ve isyanların daha büyük bir devrime dönüşmesini önlemek için serfliğin kaldırılmasının kaçınılmaz olduğuna inanıyordu. 30 Mart 1856'da Moskova aristokratlarına yaptığı konuşmada, serflik sisteminin artık sürdürülemez olduğunu belirtti. Aleksandr, sistemin halkın baskısıyla aşağıdan yıkılmasındansa, yukarıdan reformlarla kaldırılmasının daha iyi olacağını ve bu değişimin nasıl gerçekleştirileceğine dair ortak bir karar alınması gerektiğini ifade etti. Bu doğrultuda, serfliğin kaldırılmasına yönelik çalışmaları koordine etmek için çeşitli komisyonlar kuruldu. Bu komisyonlardan biri olan "Köylü Sorunu Hakkındaki Esas Komite", 1857 yılında çalışmalarına başladı. Ancak komitenin raporları, aristokrasinin büyük bir çoğunluğunun serfliğin kaldırılmasına karşı çıktığını ortaya koydu. Moskova ve St. Petersburg'dan küçük bir grup aristokrat, Çar'a destek verirken, diğerleri serfliğin kaldırılmasının erken olduğunu, aristokratların iş gücünden mahrum kalacağını ve bunun üretimde düşüş, kıtlık, hastalık ve ulusal ölçekte yoksulluğa yol açacağını savundu. 
Tüm bu muhalefete rağmen, serflik 1861'de resmen kaldırıldı. Ancak bu reform, Rus köylüsü için beklenen rahatlamayı getirmedi. Toprakların köylülere resmen verilmesi yerine, uzun vadeli ve ağır bir ödeme sistemine bağlanması, köylüler arasında derin bir haksızlık duygusuna neden oldu. Ayrıca, artan vergi yükü köylülerin yaşam koşullarını daha da zorlaştırdı. 1871'de 29 milyon ruble olan vergi miktarı, 1890'larda 119 milyon rubleye yükseldi. Köylüler, bu ağır ekonomik baskılar nedeniyle sık sık isyan etti. 1902 yılına gelindiğinde Poltava ve Kharkov eyaletlerinde köylüler, toprak sahiplerinin depolarını basarak buğdaylara el koydu. Çar'ın kendilerini desteklediğini ve kısa sürede aristokrasi ile köylüler arasındaki ayırımın ortadan kalkacağını düşündüler. Bu tür isyanlar, özellikle toprak meselesi, 1905 ve 1917 devrimlerinde devrimcilerin temel gündemlerinden biri haline geldi. Yine de köylülerin talepleri genellikle sosyal ve ekonomik haklarla sınırlı kaldı; politik hak talepleri ise daha çok devrim sonrasında yükselmeye başladı. 
Dönemin en önemli işçi hareketleri, liman ve tersane işçilerinin yoğun olduğu ST. Petersburg ile Rusya'nın ağır sanayisinin merkezi olan Moskova ve çevresinde gerçekleşti. Devrimci entellektüeller, bu dönemde yazdıkları yazılarla işçi sınıfının politize olmasını sağladılar ve devrimci harekete zemin hazırladılar. Bu entelektüellerini en önemlilerinden biri Georgii Valentinoviç Plekhanov (1856-1918) idi. Plekhanov, önce halkçı "Toprak ve Özgürlük" örgütüne üye olmuştu. 1879'da, örgütün savunduğu politik terör yöntemine karşı çıkarak bu örgütten ayrıldı ve bir süre toprak eşitliği savunan "Çernyi Predel" (Siyah Paylaşım) adlı başka bir örgüte katıldı. 

Daha sonra 1880'de İsviçre'ye giderek popülizmden vazgeçti ve Marksizm'e yöneldi. Plekhanov, "Farklılıklarımız" adlı eserinde, modern ekonomik sistemin Rus ekonomisinin temeli olan toprak-komün sisteminin yıkıldığını belirtti. Ancak devrim hareketinin, ekonomileri çöken köylülerden değil, işçilerden geleceğini savundu. Çünkü ona göre, köy komünü, karakteri itibariyle, komünist bir toplum yapısından çok, burjuva bir toplum yapısına kayma eğilimindeydi. Bu nedenle Rus entelektüellerinin işçiler üzerine yoğunlaşması ve onlara devrim için rehberlik etmesi gerektiğini vurguladı. Plekhanov, endüstriyel bölgelerdeki işçilerin örgütlenmesini, sosyalist bir parti kurulmasını ve bu partinin faaliyetleriyle köylülerin de devrim hareketine dahil edilmesini önerdi. Terörün devrim için kullanılabileceğini ancak kontrolden çıkarsa zarar verebileceğini belirtti. Bu görüşlerden hareketle Plekhanov, 1884'te Cenevre'de "İşçi Grubunun Özgürlüğü" (Osvobojdenie Truda) adlı bir örgüt kurdu. Plekhanov, "devasa bir makine olan despot bir polis devletinin bütün yükünü işçi sınıfı omuzlamaktadır ve bu durum ancak işçiler üretim araçlarının tamamına sahip olursa sona erebilir." diye belirtmiştir. Devrimi tetikleyen nedenlerden biri, şüphesiz 1904 Şubat'ında patlak veren ve 1905 Eylülünde son bulan Rus-Japon savaşıydı. Savaşın ana nedeni, Rusya ve Japonya'nın uzak doğudaki nüfuz mücadelesiydi. Başlangıçta bu mücadelede öne çıkan taraf, 1898'de Çin'le bir anlaşma imzalayarak Liaotung Yarımadası'nı 25 yıl için kiralayan ve Port Arthur'da bir deniz üssü kurma hakkını elde eden Rusya'ydı. Liaotung Yarımadası'nın Rusya tarafından ele geçirilmesi, Japonya'nın tepkisini çekti. Japonya, Rusya'nın Mançurya'daki hakimiyetini tanımaya hazırdı. Bu bağlamda 13 Nisan 1898'de iki ülke arasında, anlaşma imzalandı. 

 Fakat bu anlaşma, 1900'de Çin'de çıkan Boxer Ayaklanması'nı bahane ederek güney Mançurya'ya birlik gönderen ve sonrasında bu birliklerini çekmeyi reddeden  Rusya tarafından ihlal edildi. Japonya, İngiltere tarafından desteklenirken, Rusya ise Almanya tarafından desteklendi. Bu durum, her iki ülkenin de birbirlerine karşı savaşa girmeleri için teşvik edilmelerine yol açtı. Savaşın asıl önemli ve devrimle bağlantılı sonucu, alınan vergilerin çarın halk gözündeki itibarına zarar vermesi oldu. Savaş devam ederken, mevcut sosyal ve ekonomik kriz daha da derinleşti. İşçiler orduya alındığı için üretimde azalma yaşandı. Örneğin, ipek üretimi %25, yünlü kumaş üretimi ise %15 oranında azaldı; üretimlerde düşüşler yaşandı. Savaş sırasında alınan yenilgiler, muhalif grupların sayısını arttırdı ve onları birleştirdi. Devrimi asıl tetikleyen olay, Ocak 1905'te "Kanlı Pazar" oldu. 9 Ocak 1905'te başını Georgii Apollonoviç Gapon'un çektiği çok sayıda işçi, yaşam ve iş koşullarını dile getirmek amacıyla çarla görüşmek üzere Kışlık Saray'a doğru yola çıktı. İşçilerin liderliğini yapan ve eski bir papaz olan Gapon, Haziran 1903'te St. Petersburg Şehri Fabrika ve Maden İşçileri Meclis'ini kurmuştu. Sosyalist-Marksist söylemlere sahip olan örgütün 1905 yılında yaklaşık 20.000 üyesi vardı. St. Petersburg valisi ve polis şefi gibi yetkililerle yakın ve güçlü bağlantıları bulunan Gapon, bu bağlantıları kullanarak işçiler lehine düzenlemeler yapılmasını sağlamaya çalıştı. Bunu başaramayınca, 3 Ocak'ta büyük bir grev organize etti. Bu grev sırasında St. Petersburg'daki iş gücünün yaklaşık üçte ikisi iş bıraktı. Bu da sonuç vermezse, Gapon, 300.000'den fazla işçinin imzaladığı bir dilekçeyi sunarak şikayetlerini ve isteklerini dile getirmeyi amaçladı. Dilekçelerinde işçiler, içinde bulundukları kötü yaşam ve iş koşullarını anlatıyor, bu durumdan ve hatta yıkıcı sonuçlar getiren Rus-Japon Savaşı'ndan çarı değil, onun bürokratlarını ve yetkililerini sorumlu tutuyorlardı. Talepleri arasında dini ve politik gerekçelerle tutuklanan veya hapsedilenlerin serbest bırakılması, konuşma, basın, dernek ve ibadet özgürlüğü gibi kişisel hak ve özgürlüklerin tanınması, eğitimin ücretsiz ve zorunlu kılınması yer alıyordu. İşçiler, bakanların halka ve kanunlara karşı sorumlu tutulmasını, dolaylı vergilerin kaldırılmasını, 1861 sonrasında köylülerin omuzlarına yüklenen toprak satış taksitlerinin ve kredi borçlarının iptal edilmesini, savaşın halkın isteği doğrultusunda sonlandırılmasını talep ediyorlardı. Gapon ve beraberindekiler, dilekçeyi sunmadan, özellikle yürüyüş ve gösteriyi engellemek amacıyla başkentte toplanan 9.000 piyade ve 3.000 askerden oluşan birliklerle karşılaştılar. Askerlerin kalabalığa ateş açması sonucu gösteri, çarla hiç bir bağlantı kurulmadan yüzden fazla kişinin ölümü ile sonuçlandı. 14 Temmuz 1789'daki Bastil Baskını'nın Fransız İhtilali'nin başlangıcını oluşturduğu gibi 9 Ocak 1905'teki Kanlı Pazarda, 1905 devriminin başlangıcını oluşturdu.

Japonya ile yapılan savaş hala devam ettiği için, çar istemeden de olsa uzlaşma yoluna gitmek zorunda kaldı. Ya da en azından böyle bir görüntü vermek istedi. Bir ay bile geçmeden, Şubat kararlarıyla verdiği ödünleri geri çekti. Devrimin diğer önemli bir nedeni ve sonucu, Rus olmayan halklarla ilgiliydi. Bu halklar arasında özellikle 1800'lerde uygulamaya başlanan Ruslaştırma politikasına karşı bir tepki olarak ulusal bir bilinçlenme başlamıştı. İsmail Gaspıralı (1851-1914) gibi isimlerin çabalarıyla Volga Tatarları ve Kırım Tatarları arasında Pantürkizm akımı yayılmaya başlamış; Tatar etkisini azaltmak amacıyla kurulan ve yerli halklardan öğretmenlerin çalışmasının yasak olduğu okullar, zamanla Kazak milliyetçiliğinin filizlendiği yerler haline gelmişti. Müslüman Türk halklarının talepleri, 1905 devrimi öncesinde daha çok kültürel haklarını korumaya, genel olarak kendi dillerini ve kültürlerini açtıkları Cedid Okulları ve yayımladıkları gazete ve dergilerle gelişmeye çalışmasından ibaretti. Tatar aydınlarının çabaları ile gelişen milliyetçilik duyguları; Bolşeviklerin de çabalarıyla 1900'lü yılların başlarından itibaren, Orta Asya'da rejim karşıtı bir harekete dönüşmeye başlamıştı. 1900'de Krasnovodsk'ta ve 1902'de Karaganda madenlerinde grevler patlak verdi. Bu grevler, diğer sanayi sektörlerine de yayıldı: 1902'de demiryolu işçileri greve gittiler. 1904-1905'te Bolşevikler, bu bölgede Puşkin derneğini kurdular; derneğin amacı, pazar günleri işçiler için okullar açılmasını sağlamak ve okullarda dersler vermek, okuma odaları açmaktı. Bu derneğin faaliyetlerinin ardından, Taşkent'te Türkler tarafından kurulan iki devrimci grup ortaya çıktı: Taşkent Genel Devrim Grubu ve Sosyalist Devrimci Merkez Komitesi. 1904'te ise bir başka dernek faaliyete geçti. Bolşevik M.V. Morozov tarafından kurulan dernek, sadece Menşevik, Bolşevik veya sosyalist devrimciler tarafından değil, Siyonistler ve Daşnaklar tarafından da ilgi gördü. Morozov, Semerkand isimli bir dergi yayınlanmaya başladı. Bu faaliyetler ve gerçek anlamda politik hayata karışmaları, devrimle birlikte özellikle devrim sonrası dönemde giderek daha da arttı ve mümkün hale geldi (Acar,2008).


Rus Devrimi'nin Osmanlı Devletin'de Yansımaları 

Osmanlı aydınları, Rusya'da olup bitenleri kendi imkanları ölçüsünde takip etmekteydi. Yerinden haber alma konusunda sıkıntılar yaşayan Osmanlı basını, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Avrupa basınını haber kaynağı olarak kullanmaktaydı. Ancak bu durum, bölgeden sağlıklı haberlerin alınmamasına yol açmış ve Osmanlı aydınlarının bu konuyla ilgili kafa karışıklıklarını gözler önüne sermiştir. Osmanlı basını, genel olarak muhalif devletlerin iç durumlarına dair haber yaparak, Rusya'nın durumunu yakından takip etmekteydi. Zaman zaman yazıların içeriğini doldurmakta zorlandıkları da görülmektedir. Örneğin; Rusya'da kanlı ihtilal şeklinde atılan manşetlerin açıklandığı metinlerde, bu kanın nerede ve nasıl döküldüğü yeterince izah edilemiyordu. Çünkü özellikle İngiliz Reuters kaynaklı haberlerde, St. Petersburg'ta karışıklıkların olmadığına dair bilgiler yer almakta, ancak Almanlar bu haberleri kuşkuyla karşılamaktaydı. İngiliz haber ajansları, İngiltere aleyhine yapılan gösterileri ve hareketleri önemsiz bir şekilde yansıtarak, olayların büyüklüğünü küçültmeye çalışıyordu. Bu da Osmanlı basının bazen doğru bilgiye ulaşmada yaşadığı zorlukları ve bunun sonuçlarını göstermektedir. Bolşevikler karşı devrim tehlikesini atlattıktan sonra 20 Kasım'dan itibaren barış görüşmeleriyle ilgili hazırlıklara başladılar. Osmanlı Devleti'ni ilgilendiren diğer bir gelişme ise Bolşeviklerin, Rus Çarlığı tarafından yapılan gizli anlaşmaları açıklamaya başlamasıydı. Bu gizli anlaşmaların ortaya çıkmasından sonra, Osmanlı aydınları büyük bir şaşkınlık ve öfkeyle karşılaştılar. Özellikle Aralık tarihli Sabah gazetesinde,  İsmail Müştak (Mayakon) Bey, "Gizli Muahedeler Rezaleti" başlıklı yazısında, bu gizli anlaşmaların Türkiye'nin kendisini savunmak için savaştığını gösterdiğini ileri sürdü. Yazar, İngiltere ve Fransa'yı Türkiye'nin baş düşmanları olarak nitelendirerek, "Osmanlı alemi bu müthiş suikastın hatırasını asla unutmayacaktır." diyerek büyük bir tepki gösterdi. Bu durum, Osmanlı halkının ve aydınlarının, dış güçler karşısındaki güvenlik kaygılarını pekiştiren önemli bir gelişme olarak kayda geçti. 
Rusya'da Bolşevik ayaklanması başladığında, Osmanlı Devleti'nin yönetimini elinde bulunduran İttihat ve Terakki Fırkası, Bolşeviklere karşı dikkatli bir şekilde hareket etti. Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarından bazıları Rusya'ya gönderildi ve Beyaz Ordu'ya karşı Kızıl Ordu'da savaşmalarına onay verildi. Bolşevik İhtilali'nin ilk dönemlerinde Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa, Avrupa'daki bazı devlet adamlarıyla yaptığı görüşmelerden edindiği izlenimlerin etkisi ile kapitalist ülkelerin Türkiye hakkındaki fikirlerini fark etti ve Rusya'ya "tevcih-i nazar etmeye" karar verdi. Her ne kadar dünya genelinde Bolşevizm'e karşı büyük bir düşmanlık olsa da, Talat Paşa Bolşeviklerle anlaşmak gerektiğini düşündü. Rusya ile yapılacak anlaşma hakkında Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi Bey'in Meclis-i Mebusan'da yaptığı konuşma büyük bir coşku ile karşılandı. Ancak Talat Paşa, Ahmet Nesimi Bey ve Ahmet İzzet Paşa'dan oluşan Türk heyeti ile yapılan görüşmelerde Bolşevik Rusların, özellikle Ermeniler konusunda, Çarlık Rusya'sından pek de farklı düşünmedikleri anlaşıldı. Bu durum, Osmanlı Devleti'nin barış görüşmelerine büyük bir önem verdiğini ve mücadelesini sürdürme kararlılığını gösterdi. Brest-Litovsk Antlaşması'nın sonrasında, Bolşevikler Almanya ve Avusturya-Macaristan'da da Bolşevik İhtilali yapmayı planladıkları için, Almanlar bir an önce barış yapma ve Ukraynalı ayrılıkçıları Bolşeviklere karşı destekleme kararı aldılar. Osmanlı Devleti'nin iç yazışmalarına göre, Rusya adına görüşmeleri yürüten Leon Trotskiy, Ukrayna'nın bağımsızlığını onaylayan dört devlete (Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan) itiraz etti. Trotskiy, "Rusya açısından savaş bitmiştir." diyerek, Rus ordularını terhis ettiklerini bildirdi fakat barışa yanaşmayacaklarını da belirtti. 

Müttefik devletler Rusya'nın topraklarına ilerlemeye başladı. Bu durum Osmanlı Devleti için özel bir anlam taşıyordu çünkü Sovyetler, Doğu Anadolu'da Ermenileri silahlandırıp barışı ağırdan almaya çalışıyordu. Bu durumu dikkate alan Enver Paşa, Talat Paşa'nın tavsiyesiyle III. Ordu Komutanı Vehip Paşa'ya Erzincan istikametinde ilerleme emri verdi. 12 Şubat 1918'de başlayan askeri harekatla, işgal altındaki Türk topraklarının büyük bir kısmı kurtarıldı. Ardından, 27 şubat 1918'de Bolşeviklerle müzakereler yeniden başladı ve 3 Mart 1918'de Brest-Litovsk Antlaşması imzalanarak Almanya ve müttefikleriyle Rusya arasındaki savaş sona erdi (Günay,2019).


Rus Devrimi'nin Anadolu'daki Etkileri 

1905 Rus Devrimi, yalnızca Rusya'da değil, dünya genelinde önemli etkiler yaratmıştır. Bu devrim, Rus Çarlığı'nın çöküşüne giden yolu açmış ve diğer ülkelerde de anayasa ve meclis taleplerine ilham vermiştir. Çin'den İran'a kadar geniş bir coğrafyada toplumsal ve siyasi değişimlere zemin hazırlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu, bu devrimi yakından takip etmiş, ancak Osmanlı toplumunda bu ilgi daha çok Sultan Abdülhamid ve Jöntürk muhalefetiyle sınırlı kalmıştır. Halk açısından, devrimin yan ürünü sayılabilecek Rus-Japon Savaşı ve Kafkasya'daki kargaşa, Osmanlı topraklarına sığınan Müslüman mülteciler gibi gelişmelerin dışında, devrim hareketlerine dair büyük bir farkındalık olmamıştır. Sultan Abdülhamid, Rus Devrimi'ni ve diğer uluslararası gelişmeleri titizlikle takip etmiş ve bu olayları Osmanlı Devleti'nin bekası ve kamu düzeni açısından değerlendirmeye çalışmıştır. Devletin yönetiminde sansür ve sıkı kontrol ön planda olmuş, uluslararası krizleri Osmanlı'nın çıkarları doğrultusunda değerlendirmeye özen göstermiştir. 1905 yazında Potemkin Zırhlısı'nın isyanı sonrasında yaşanan krizi fırsata çevirmiş ve Çarlık Rusyası'nın zayıflığından yararlanarak, İstanbul'un savunulması için Boğaz'daki kritik tabyaların güçlendirilmesi gibi önlemler almıştır. 

Sovyet kaynakları ve jöntürk muhalefeti, Sultan Abdülhamid ile Çar Nikola'nın istibdat rejimlerini sürdürmek için işbirliği yaptığına dair iddialarda bulunmuşlardır. Ancak bu iddiaların, dönemin konjonktürel taktik nedenlerine dayalı olarak ileri sürüldüğü düşünülmektedir. Sultan Abdülhamid'in bu tür dış ilişkilerdeki politikaları, içerideki baskıcı  yönetimi ve devletin çıkarlarını koruma amacı taşımaktadır. Potemkin krizi ve Rus-Japon Savaşı gibi gelişmeler sırasında Sultan Abdülhamid'in, olayların sonraki gelişmelerine dair yaptığı değerlendirmelerin, zamanla doğrulandığı görülmektedir. Özellikle, Sultan Abdülhamid'in "Uzak doğu'da Ruslar mağlup olursa, Çarlık Osmanlı Devleti'ne musallat olur." şeklindeki öngörüsü, onun iktidardan düşmesinden sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. Rus Devrimi'nin en kalıcı etkilerinden biri, devrimin bastırılmasından sonra Osmanlı'ya sığınan Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura ve Hüseyinzade Ali gibi aydınların Osmanlı son dönem düşünce hayatına yapıkları önemli katkılardır. Bu aydınlanma fikirleri, "Halkçılık" ve "Türkçülük" akımlarının gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Özellikle bu aydınların katkıları, Cumhuriyet dönemi düşüncesine de yansımış ve değişik dozlarda etkisini sürdürmüştür (Saygılı,2012). 

Sonuç

Kanlı Pazar, sadece çarlık rejiminin zayıflığını değil, aynı zamanda toplumsal taleplerin karşı konulmaz gücünü de ortaya koydu. Rahip Gapon ve beraberindeki şikayetçiler, belki de tarihin akışını değiştireceklerini bilmiyorlardı, ancak yükselen bu toplumsal dalga, çarlığı devrimlerin girdabına sürükledi. Rus Devrimi’ne giden yol, Kanlı Pazar gibi olaylarla döşenmiş, çarlık rejimi artık geri dönüşsüz bir sona yaklaşmıştır. Bu olay, tarih boyunca ezilen sınıfların adalet ve özgürlük arayışlarının ne kadar etkili olabileceğini bizlere hatırlatmaya devam ediyor.

Osmanlı İmparatorluğu da 1905 Rus Devrimi’nin yankılarını hissetmiş, bu süreçte kendi toplumundaki değişim ve reform taleplerini değerlendirmek durumunda kalmıştır. Rusya’daki çalkantılar, Osmanlı aydınlarının reform arayışlarını ve özellikle meşrutiyet taleplerini daha da güçlendirmiştir. Kanlı Pazar, yalnızca Rusya’yı değil, çevresindeki birçok devleti etkilemiş, dönemin küresel siyasi dengelerini yeniden şekillendirmiştir.


KAYNAKÇA

Acar, K. (2008). 1905 Rus Devrimi’nin genel bir değerlendirmesi. Dîvân: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, 13(24), 79-98.

Günay, N. (2017, Ekim). Bolşevik İhtilali’nin ardından Osmanlı Devleti’nin Rusya’daki yeni rejime bakışı. Mülkiye Uluslararası İlişkiler Kongresi: Ekim Devrimi’nin 100. Yılı: Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş, Uluslararası Sistem (16-17 Ekim 2017), Ankara.

Saygılı, H. (2012). 1905 Rus Devrimi'nin Osmanlı İmparatorluğu'na etkileri (Doktora tezi). İstanbul Üniversitesi, İstanbul.

Görseller

https://www.sanattanyansimalar.com/kafdaginin-ardindan-bir-bey-oglu-11/5166/

https://yurtsever.org.tr/2018/hafiza-i-beser-22-ocak-1905-1905-rus-devrimi-basladi-148157

 

https://klimbim2020.wordpress.com/2020/09/20/georgy-gapon

https://www.mediastorehouse.com/galleries/alexander-ii-of-russia

https://en.wikipedia.org/wiki/Georgi_Plekhanov

https://www.historynet.com/red-sun-rising-an-american-reporter-in-the-first-sino-japanese-war

https://forum.strategyturk.com/konu-modern-tarih-rus-japon-savasinin-baslamasi-1904#google_vignette

https://umutsen.org/index.php/2022/04/1905-devrimi-uzerine-konusma-v-i-lenin

https://erolanar.org/2020/11/02/ittihat-ve-terakki-anlayisi-gunumuzde-hala-gecerlidir

https://www.britannica.com/biography/Leon-Trotsky

https://www.fikriyat.com/galeri/sinema/potemkin-zirhlisi-ne-anlatiyor

 











6 Ocak 2025 Pazartesi

DEMOKRAT PARTİ'NİN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ

 DEMOKRAT PARTİ'NİN KURULUŞUNDAN BUGÜNE: TÜRKİYE'NİN SİYASİ DÖNÜŞÜMÜNDEKİ YERİ





Demokrat Parti'nin Kuruluşunda Siyasi ve Sosyal Faktörler 

   Demokrat Parti'nin kurulması, sadece siyasi bir hareket değil aynı zamanda dönemin ekonomik ve toplumsal koşullarından kaynaklanan bir ihtiyacı yansıtıyordu. 1940'larda, Türkiye'deki kırsal kesimlerin artan talepleri ve sanayileşme sürecinin zorlukları, DP'nin daha fazla özgürlük ve refah  vaat etmesinin ardında önemli bir faktördü. Parti'nin kuruluşu, ekonomide devletin müdahalesinin sınırlanmasını savunan kesimlerin bir yansımasıydı.

   Tek partili rejimin demokratikleşme sürecindeki en önemli adımlardan biri 17 Haziran 1945'te yapılan ara seçimde Cumhuriyet Halk Partisi'nin aday göstermemesi ile atılmıştır. Bu, seçimin daha demokratik bir şekilde yapılması amacıyla gerçekleştirilen bir adımdı. Ardından, Temmuz ayında Milli Kalkınma Partisi'nin kurulmasıyla önemli bir ilerleme kaydedilmiş, ancak 1 Kasım 1945'te İnönü'nün meclis açılış konuşmasında ciddi bir muhalefet partisinin gerekliliğini vurgulaması, iktidar kanadının yeni bir muhalefet hareketi isteğini gösterdi. Bu gelişmelerden önce, TBMM içinde bazı muhalif sesler yükselmeye başlamıştı. Özellikle, Mayıs ayında bütçe görüşmelerinde CHP'nin içinden bazı milletvekilleri itirazlarını dile getirerek, Haziran ayında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'na karşı "Dörtlü Takrir" olarak bilinen önergeyi sunmuşlardır. Bu grup, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Celal Bayar'dan oluşuyordu. Başlangıçta CHP'nin demokratikleşmesi için çaba sarf eden bu grup, siyasi koşulların etkisiyle yeni bir parti kurmaya karar vermiştir. 

Demokrat Parti'nin kurucuları arasındaki ilişkilerin tam olarak ne şekilde şekillendiği, günümüze ulaşan kaynaklarla net biçimde yorumlanamamaktadır. Dönemin sol entellektüellerinden Sabiha ve Zekeriya Sertel çiftinin yayınladığı "Tan" gazetesinin, CHP içindeki muhalif akımlara destek verdiği bilinse de, Zekeriya Sertel'in anılarında yer alan "Demokrat Parti'yi Nasıl Kurduk?" başlığı, ilerleyen yıllarda başta Celal Bayar olmak üzere DP kurucularının itirazlarına neden olmuştur. Bununla birlikte, Dörtlü Takrir'i veren siyasetçiler ile dönemin sol/sosyalist kesimlerinin aynı politik zeminde buluşmalarını sağlayan farklı nedenler mevcuttur. Solcular açısından, II. Dünya Savaşı yıllarında CHP'nin Nazi Almanyası ile kurduğu yakın ilişkiler ve bunun sonucunda anti-komünist/faşist eğilimlerin artması büyük bir tepki toplamıştı. Bu dönemde, sol entellektüeller DP'nin kurucularıyla ilişki kurarak CHP'ye karşı "Demokrat Milli Birlik Cephesi" veya "İleri Demokratlar Cephesi" kurma çabalarına girmişlerdir. Bu süreçte DP'li siyasetçiler, sol siyasetin örgütlenme, propaganda ve ideoloji gibi alanlardaki tecrübelerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, faydacı bir anlayışla hareket etmişlerdir. Bu durum, DP ile yakın ilişki içinde bulunan solcular tarafından da dile getirilmiştir. Esat Adil Müstecaplıoğlu, demokrasi yolundaki mücadelede solcuların fikir mücadelesi verdiğini, Demokrat Parti'nin ise aksiyon önderliği yaptığını belirtmiştir. DP kurucularının parti kurma sürecinde sosyalist aydınlarla, özellikle Serteller, Sadrettin Celal, Cami Baykurt ve Esat Adil gibi isimlerle bağlantıya geçtikleri, 4 Haziran 1945 tarihli bir emniyet raporuna yansımıştır. Bunun yanı sıra, Serteller, DP'nin
kurucularıyla yapılan toplantılarda, partinin yayın organı olarak düşünülen "Görüşler" dergisine Adnan Menderes ve Celal Bayar'ın yazı göndereceklerini iddia etmişler, ancak bu iddia DP'liler tarafından yalanlanmıştır. Adnan Menderes ve Celal Bayar liderliğindeki Demokrat Parti'nin kurucularının sosyalist aydınlarla aralarındaki iş birliğini reddetmeleri dikkat çekicidir. 1945 yılına bakıldığında, dış politikadaki gelişmelerin etkisiyle anti-komünist ve anti- Sovyet söylemlerinin yaygınlaştığı, basın polemiklerinin ise çoğunlukla karşılıklı faşistlik ya da komünistlik suçlamalarına dayandığı görülmektedir. Bu dönemde DP kurucuları ile sosyalist aydınlar arasında kurulan iş birliği, siyasi koşullar ve yayılan propagandalar nedeniyle bir daha düzelmeyecek şekilde zarar görmüştür (Babaoğlu, n.d)
   Demokrat Parti'nin kuruluş süreci, Türk demokrasi tarihinin kritik bir dönemeç noktası olarak, kontrol edilen bir muhalefetin oluşumuyla şekillenen siyasi atmosferi yansıtmaktadır. Başlangıçta liberal ve sosyalist çevrelerin birlikte hareket etme çabaları umut vadetse de, dönemin antikomünist politikaları ve ideolojik kutuplaşmaları bu ittifakı kısa sürede sona erdirmiştir. İktidar elitlerinin çizdiği sınırların dışına çıkmayan bir demokrasi anlayışı, sol düşüncenin marjinalleşmesine ve toplumsal muhalefetin sınırlandırılmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, 1945-1950 dönemi, halk iradesine dayalı bir demokrasi anlayışını başlatırken, aynı zamanda çok sesli bir siyasal yapının tesisindeki engelleri de göz önüne sermektedir. 


1950 Seçimleri ve Propaganda  

   14 Mayıs 1950 seçimleri, Türkiye'de iktidarın ilk kez seçimle el değiştirdiği bir dönüm noktasıdır. Bu seçim, Farklı kesimler tarafından "Beyaz İhtilal" veya "Karşı Devrim" gibi kavramlarla tanımlanmıştır. CHP, seçim sürecinde halkın güvenini kazanmak için seçimlerin güvenilir bir ortamda yapılacağına odaklanmıştır. Ancak parti içindeki önde gelen isimler, seçim sonuçlarını anlamakta zorluk çekmiş ve iktidar kaybını açıklamak için çeşitli nedenler öne sürmüştür. Örneğin, seçim kanunundaki çoğunluk sisteminin kabul edilmesi ve Nihat Erim'in muhalefete sağladığı özgürlükler eleştirilmiştir. Demokrat Parti, seçim sürecinde halka daha yakın bir duruş sergileyerek propagandasını "CHP olmayan her şey" üzerine kurgulamıştır. DP'nin mesajları halkın mevcut yönetiminden memnuniyetsizliğini kullanarak umut vadeden bir iktidar alternatifi oluşturmuştur. Ayrıca, DP adayları, köylere kadar giderek birebir temas kurmuş ve seçimlere katılımı artırmıştır.  Her iki parti de dinsel semboller ve figürleri kullanarak halkın desteğini kazanmayı hedeflemiştir. CHP, dinsel kesimlere yaklaşırken laiklik ilkelerinden ödün verdiği eleştirilerine maruz kalmıştır. DP ise daha ince bir strateji izleyerek halkın güvenini kazanmayı başarmıştır. Grev hakkı, seçimlerde yoğun tartışmalara neden olan konulardan biri olmuştur. DP, grev hakkını destekler bir söylem geliştirse de, iktidara geldiğinde bu vaadini unutmuş ve grevlerin yasallaşmasını engellemiştir. Buna karşın, CHP'nin grev karşıtı tavrı değişmiş ve muhalefete geçtikten sonra işçi haklarını savunmaya başlamıştır. 1950 seçimleri, halkın demokrasiye olan inancını pekiştirmiştir. Katılım oranının yüksekliği, seçim güvenliğine duyulan güvenin bir göstergesi olmuştur. Ancak bu süreç, propaganda yöntemlerinin etkinliği ve halkın algısının nasıl şekillendiğini göstererek, Türkiye'nin demokratikleşme sürecine dair önemli dersler sunmaktadır (Yıldırmaz, n.d.). 

    


Demokrat Parti'nin Türk Siyasi Hayatındaki Önemi

      Demokrat Parti'nin Türk siyasi hayatındaki önemi, merkez sağ siyasetinin temelini oluşturmasıyla açıklanabilir. Merkez sağ, aşırılıklara mesafeli yaklaşımı ve toplumun geniş kesimlerini temsil etme kabiliyetiyle sağ siyasetin diğer türlerinden ayrılır. Liberal ekonomik politikalarla birlikte, toplumun inançları, değer yargıları ve yaşam tarzlarını modernleşmeyle birleştiren bu çizgi, DP'nin temel politikalarının bir yansımasıdır. DP, ekonomik liberalizm, dini hassasiyetler ve milliyetçilik temelinde bir siyaset anlayışı geliştirmiştir. Özellikle Arapça ezan yasağını kaldırması, partinin dini hassasiyetlere duyarlılığını göstermiş ve bu hamle büyük bir seçmen kitlesinin desteğini kazanmasını sağlamıştır. DP'den sonra gelen merkez sağ partiler de bu stratejiyi benimsemiş ve dini unsurlar üzerinden seçmen desteğini artırmaya çalışmışlardır. Böylece DP'nin çizgisi, Türk siyasetinde merkez sağın uzun süreli etkiler bırakmasını sağlayan bir miras haline gelmiştir. Merkez sağ ile sol arasındaki temel çatışmalardan biri, Demokrat Parti ile başlayan ve günümüze kadar süregelen din odaklı siyasi mücadeledir. Türkiye solu, toplumun değer yargılarıyla bütünleşmekte zorlanmış ve bu nedenle merkez sağın din eksenli söylemlerini laikliğe aykırı bulduğunu sürekli vurgulamıştır. Öte yandan, merkez sağ, halkın muhafazakar eğilimlerini tatmin ederek bu alanı kendi lehine kullanmayı başarmış ve bu avantajı kaybetmemek için yoğun çaba göstermiştir. DP, muhafazakar değerlere hitap eden politikalarıyla halkın desteğini kazanmış ve böylece tek parti döneminde yer altına çekilen dini cemaatlerin siyasette etkin bir aktör haline gelmesine zemin hazırlamıştır. Ancak bu durum, bireyselleşmenin önünde büyük bir engel oluşturmuş, modernleşmenin temel ilkelerinden biri olan bireyin özerkliği tehlikeye düşmüştür. DP döneminde popülizm ve patronaj sistemi, çok partili rejimin vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelmiştir. Bu yaklaşım, DP sonrasında da diğer partiler tarafından benimsenmiş ve siyasetin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bürokrasinin partizanlaşması ve siyasi çıkarlar doğrultusunda parsellenmesi süreci bu dönemde hız kazanmış, devlet yapısında uzun vadeli sorunlara yol açmıştır. Türk siyasetinde Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu dönemde sergiledikleri tutumlar, her iki partinin de evrensel bir ideolojiye sahip olmadığını göstermektedir. DP, muhalefet yıllarında demokrasiyi genişletme söylemiyle öne çıkmış ancak iktidar döneminde bu söylem, demokrasiyi sınırlandıran bir uygulama pratiğine dönüşmüştür. Özellikle, DP'nin siyasal söylemi, demokrasi savunucusundan, demokrasinin sınırlarının çizilmesine yönelik bir yaklaşıma kaymıştır. CHP ise iç ve dış dinamikleri değişimleri geç fark etmiş ve bu durumu telafi etme çabası içinde aceleci ve uzlaşmaz bir politika izlemiştir. Her iki parti de ideolojik derinlikten yoksun kalmış ve politikalarını, çözüm odaklı olmaktan ziyade güncel siyasi tartışmalara dayandırmıştır. Bu süreçte, tek parti döneminde tek yönlü olan siyaset-toplum ilişkisi, DP'nin kuruluşuyla birlikte yöneten ve yönetilen arasında karşılıklı bir etkileşim sürecine dönüşmüştür. Bu değişim, Türk siyasetinde yeni bir siyasi kültürün ve siyasal sosyalleşme sürecinin başlamasına zemin hazırlamıştır. DP, bu anlamda, siyaset ve toplum arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayarak, Türkiye'nin demokratikleşme yolunda önemli bir rol oynamıştır (Keskin, n.d.).


KAYNAKÇA

Babaoğlu, R. Demokrat Parti’nin kuruluş aşamasında bir muamma: Sol cenah. Türk Tarih Kurumu. https://www.ttk.gov.tr/wp-content/uploads/2022/04/30-ResulBabaoglu.pdf

Keskin, Y. Z. (n.d.). Demokrat Parti iktidarı ve günümüze yansımaları / The Democracy Rhetoric of Democrat Party. Türk Tarih Kurumu.

Yıldırmaz, S. (n.d.). 1950 seçimleri ve propaganda.

https://www.biyografya.com/biyografi/6742

https://daktilo1984.com/yazilar/liberalizmin-turkiyedeki-otoriter-refleksi-demokrat-parti

https://www.egemeclisi.com/demokrasi-manifesto-ornegi-dortlu-takrir



1 Ocak 2025 Çarşamba

ÇARLIK RUSYA DÖNEMİNDE TOPRAK REFORMU HAREKETİNİN RUS EDEBİYATINA YANSIMASI


TOPRAK REFORMUNUN TANIMI VE TARİHSEL ARKA PLANI 

   Çar I. Nikolay döneminde, 1827'de serf satın almanın yasaklanması ve 1833'te satılan mülklerdeki serf ailelerinin ayrılmasının yasaklanması gibi önemli düzenlemeler yapılmıştır. Ancak bu dönemin en dikkate değer reformu, Devlet Toprakları Bakanı Pavel Kiselev'in gerçekleştirdiği değişikliktir. I. Nikolay, devlet köylüsü sorununu serfliğin bir parçası olarak göstererek Kiselev'i bu konuda görevlendirmiştir. Kiselev'e verilen yetki, devlet köylülerinin daha fazla yönetim hakkına sahip olabilmesi için gerekli düzenlemeleri yapmayı amaçlamaktadır. Serfliğin kaldırılması sürecinde, toprak ve mali sorunlar büyük bir tartışma konusu haline gelmişti. Serflerin ne kadar toprak alacağı ve soyluların elinde ne kadar toprak kalacağı gibi meseleler, mevcut düzenin köklü şekilde değişmesi anlamına geldiğinden son derece önemliydi. Bu süreçte iki farklı yaklaşım öne çıkıyordu: serfleri, ya tamamen topraksız bir şekilde ya da ödeme karşılığında toprakla birlikte özgür bırakmak (Polunov, 2005 aktaran Bilgili,2023). Serfler, alınıp satılabilen mülkler olarak kabul edildiği için, devletin onları tazminatsız bir şekilde serbest bırakması hukuken mümkün değildi. Ayrıca, devletin soylulara ödeme yapabilme durumu da bulunmuyordu. Bunun en büyük nedeni, Kırım Savaşı'nda yaşanan yenilgi nedeniyle devletin mali açıdan iflas etmiş olmasıydı. II. Aleksandr, Almanya'daki toprak reformlarını incelemek amacıyla Nazimov komisyonunu gönderdiğinde, en önemli sorunlardan biri de yanıt bulmuştu: "Topraksız bir reform imkansızdı." II. Aleksandr, 1857 yılında I. Nikolay döneminde komisyonlarda görev almış kişilerden oluşan gizli bir komisyon kurdu. Sekiz aylık bir çalışma sonucunda komisyon, serflerin, toprak sahiplerinin ve devletin bu reform için hazır olmadığını belirtti. Ancak üç ay sonra, 19 Şubat 1861 tarihinde reformun ilan edileceği duyuruldu. Reformun kamuoyuna açıklanması, artık geri dönüşün olmayacağı anlamına geliyordu. Toprak reformunun ilan edilmesiyle serflik kaldırıldı, ancak kulakların ortaya çıkışıyla bu iki durum arasında önemli bir ilişki vardı. İlk olarak, 'kulak' terimi, tefecilik ve rehincilik faaliyetlerinde bulunan kişileri tanımlamak için kullanılıyordu. Bu kişiler, köylüleri manipüle ederek onlardan gelir sağlıyorlardı. Lenin döneminde ise, bu terim, zenginleşen çiftçilerin genelini tanımlamak için genişletildi (Conquest,1986, aktaran, Bilgili,2023). Bazı köylüler, 'devlet düşmanı' olarak tanımlandıklarında dahi, bu terim kullanılmaya devam etti (Bilgili,2023).




   19. yüzyılın ortalarına doğru, Rus Çarı II. Aleksandr serfliği sona erdirmek için harekete geçti. Daha önceki yönetimlerin bu sistemden verim elde edemediklerini gören Çar, serflerin kendi başlarına özgürleşemeyeceklerini düşündü ve bu dönüşümü tepeden inmeci bir şekilde gerçekleştirmeye karar verdi. Avrupa'dan gelen fikirlerin etkisiyle serfliğe karşı muhalefet hem köylüler hem de aydınlar arasında güçleniyordu. 1861 yılında yayımlanan bir fermanla serfliğin kaldırıldığını ilan eden II. Aleksandr, köylülere küçük toprak parçaları tahsis etti. Ancak bu araziler, köylülerin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı. Devlet, bu toprakların bedelini toprak sahiplerine ödedi ve köylülerden uzun vadeli taksitlerle geri istedi. Sonuçta köylüler, sahip oldukları toprakların büyük bir kısmını kaybederken, toprak sahipleri bu düzenlemeden daha az zararla çıktı. Köylülere tahsis edilen topraklar sadece küçük değil, aynı zamanda düşük kaliteli ve yerleşim yerlerinden uzaktaydı. Bu arazilere ulaşmak için eski toprak sahiplerinin mülklerinden geçmek gerekiyordu, bu da köylülerle toprak ağaları arasında gerilim yarattı. Ayrıca, köylülere verilen topraklar sulama, gübreleme ve otlak gibi temel imkanlardan yoksundu. Bu sorunlar nedeniyle köylüler, toprak sahiplerinden yeniden arazi kiralamak zorunda kaldı ve bu durum onları daha ağır koşullar altında eski efendilerine bağımlı hale getirdi. Yüzyılın ortasına kadar Rusya'da tarım sistemi, büyük toprak ağaları ve köylü topluluğu arasında şekilleniyordu. Avrupa'da kapitalist tarım dönüşümü başlamışken, Rusya'da geniş toprak mülkleri toprak ağalarının elindeydi ve bu durum köylülerin yoksulluğunu derinleştiriyordu. Köylüler, toprak sahiplerinden küçük arazi kiralayarak "otrabotka" yöntemiyle geçimlerini sağlamaya çalışıyordu. Ancak bu sistem, serfliğin kaldırılmasından sonra da köylülerin mağduriyetini gidermedi. "Kış Kiralaması" adı verilen uygulama, köylüleri uzun süre beklemek zorunda bırakarak onları eski sömürü düzenine benzer koşullarda çalışmaya zorladı. Artan kira bedelleri ve vergiler köylüleri daha da zor durumda bırakırken, Saratov valisi Stolıpin gibi yetkililer bu soruna dikkat çekti. Stolıpin, yüksek kira fiyatlarının bir yıllık hasatla bile ödenemeyecek düzeyde olduğunu Çar II. Nikolay'a rapor ederek çözüm arayışına girdi. 1861'de serfliğin kaldırılması ile köylüler özgürleştirilmiş ve komünler güçlenmişti. Ancak, komünlerin toprakları eşit olarak dağıtma çabası, zamanla ekonomiye zarar vermeye başlamıştı. Çünkü köylülerin toprakları yıllar içinde tekrar paylaştırılıyor, bu da özel mülkiyet geleneğinin gelişmesini engelliyordu. Ekip biçtikleri topraklara sahip olmayan köylüler, çiftliklerini modernize etmeye ve verimliliği arttırmaya istekli değillerdi. Bunun sonucunda, tarımsal üretim gelişmeyip durağanlaşarak ülke ekonomisine katkı sağlamıyordu. 1906 yılına gelindiğinde ise planlanan reform, büyük bir toprak devrimini işaret ediyordu. Ancak hükümetin elinde net bir yol haritası olmadığı için reform süreci ilerledikçe planlar değişiyor ve yeniden şekilleniyordu (Yiğit,2022). 





TOPLUMSAL SINIFLAR ARASINDAKİ YENİ İLİŞKİLER VE BU DURUMUN KÜLTÜREL ALANDAKİ ETKİLERİ 


      Kırım Savaşı (1853-1856) arasındaki Rusya'nın ekonomik ve askeri geriliği belirginleşmiş ve savaş, ülkedeki toplumsal çelişkileri daha da derinleştirmiştir. Dönemin Çarı II. Aleksandr, bir devletin ancak içsel reformlarla güçlenebileceğine inanıyordu. II. Aleksandr'ın ilk önemli adımı, 1861 yılında serfliği kaldırmak olmuştur. Bu reform, hukuk ve diğer alanlarda gerçekleştirilen reformlarla devam etmiştir. Köylülerin toprak ve özgürlük mücadelesi sonucunda, serfliğin kaldırılması feodaller ve Çar için en iyi koşullarla kabul edildi. 1861 reformu, köylülerin hukuksal özgürlüğünü de elde etmelerini sağladı ve onlara yurttaşlık hakları (anlaşma yapma, ticaret yapma, mülkiyet edinme, meslek sahibi olma) tanındı. Bu reform, Rusya'nın sanayi kapitalizmi çağında ilerlemesini hızlandırmıştı. Ancak, 1861'i izleyen ilk çeyrek yüzyıl boyunca sanayi büyümesi düşük kaldı. Bunun nedeni, iktidarın sanayiyi destekleyen tutarlı bir politika izlememiş olmasıydı. II. Aleksandr, temsili unsurların otokrasiyi güçlendirici bir şekilde sisteme katılmasına izin vermişti. Reformalar önemli adımlar atılmasına rağmen, gelişen sınıfların ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak kalmıştı. Köylüler bireysel özgürlüklerini kazansalar da üzerlerine bindirilen aşırı ödeme yükümlülükleri nedeniyle bu özgürlüklerini ağır bir bedelle ödemişlerdi. 1864'te, yerel yönetim birimleri olan "zemstyo"lar kurularak kamu yaşamına bazı özerklik unsurları kazandırıldı. Bu yerinden yönetim birimleri, eğitimi yaygınlaştırma, tarım, ticaret, sanayiyi geliştirme, yol inşaatı ve gıda temini gibi geniş sorumlulukları üstlenmiş ve Rusya'daki toplumsal hareketlerde önemli yer tutmuştur. 19. yüzyılın sonlarında, devlet-toplum mücadelesi, kesinleştiğinde, siyasal muhalefetin odak noktalarından biri haline gelmiştir (Bengisu,2019). 




EDEBİYAT VE TOPRAK REFORMU 

  Rus edebiyatında toprak reformu, özellikler 1861'de II. Aleksandr tarafından gerçekleştirilen ve köylülerin serflikten kurtulmasını sağlayana reformla ilgilidir. Bu dönemdeki toprak reformu, Rus edebiyatında da geniş şekilde ele alınmıştır. Örneğin Lev Tolstoy'un "Anna Karanina" ve "Savaş ve Barış" gibi eserlerinde köylülerin yaşam koşulları ve toprak reformunun etkileri işlenmiştir. 
   Lev Tolstoy'un "Anna Karanina" romanı, 19. yüzyıl Rus toplumunun derinlemesine bir portresini sunar. Roman, Anna Karanina'nın trajik aşk hikayesini anlatırken, aynı zamanda dönemin toplumsal ve ekonomik değişimlerini de ele alır.
   Romanın önemli karakterlerinden biri olan Konstantin Levin, Tolstoy'un kendi yaşamından esinlenilmiştir ve toprak reformu, köylüler ile ilişkiler ve çiftçilikte yaptığı yenilikler gibi konulara odaklanır. Levin'in köylülerle olan etkileşimleri ve toprak reformu konusundaki görüşleri, Tolstoy'un kendi görüşleri ile örtüşür. 



   Lev Tolstoy'un "Savaş ve Barış" romanı, Napolyon Savaşları sırasında Rusya'da geçen geniş kapsamlı bir destandır. Roman Rus aristokrasisinin, yaşamını savaşın etkisini ve toplumsal değişimleri derinlemesine işler.

  Toprak reformu ve köylülerin durumu, romanın önemli temalarından biridir. Romanın baş karakterlerinden biri olan Pierre Bezukhov, büyük bir mirasa sahip olur ve bu mirası nasıl yöneteceği konusunda ciddi düşüncelere dalar. Pierre'nin toprak sahipliği ve köylülerle ilişkileri, toprak reformu konusundaki düşüncelerini yansıtır. 

   Romanın diğer önemli karakterlerinden biri olan Prens Andrei Bolkonksy, savaşın anlamsızlığını ve toplumsal değişimlerin gerekliliğini sorgular. Andrei'in köylülerle olan etkileşimi ve toprak reformu konusundaki görüşleri, dönemin sosyal ve ekonomik yapısını anlamamıza yardımcı olur.




KAYNAKÇA 


Bengisu, İ. E. (2019). Rusya’nın 19. Yüzyıl Siyasi, Ekonomik ve Sosyal Yapısı. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi Anabilim Dalı.

Bilgili, C. (2023). Serflik sisteminin gelişimi ve kulakların ortaya çıkma süreci. Uluslararası Medeniyet Çalışmaları Dergisi (The Journal of International Civilization Studies), 8(1), 1-xx. Geliş Tarihi: 17.03.2023, Kabul Tarihi: 02.05.2023. ISSN: 2548-0146.

Yiğit, A. (2022). İmparatorlukta son reform: Rus Çarlığının son döneminde Başbakan P. A. Stolıpin’in toprak reformuna dair bir değerlendirme (1906-1917). Avrasya Etüdleri, (61), 91-112.

"Image generated by AI using GoogleLabs (ImageFX)

   








Altı Gün Savaşı (5-10 Haziran 1967): Orta Doğu’nun Jeopolitik Dönüm Noktası

  Giriş 1967 Arap-İsrail Savaşı, modern Orta Doğu tarihinin en kritik kırılma anlarından biridir. Sadece 132 saat süren çatışmalar, bölgen...